Hakkında

  • YAŞAR GELER 86 Yazı

    Tüm Yazıları
HAYAT SENİN

Hayat senin!

-Nasıl istiyorsan öyle olsun.

Sen bir insansın, nasıl olmasını istiyorsan öyle olsun. Çünkü, başkasının istediği gibi olma şansın yoktur. Ancak, kendi istediğin gibi olur.

-Ne yapmak istiyorsan onu yap.

Bir insan ne yapmak istiyorsa onu yapsın. Başkasının yapmak ya da yaptırmak istediği şeyler sizi mutlu etmeyeceği gibi mutsuz da edebiliyor.

-Mutlu olmak mı istiyorsun?

Mutlu ol, ama nasıl? Şöyle ki mutluluğun kaynağı sensin. Seni, senden başka kimse mutlu edemez. Sen, sen olduğun sürece kimsenin seni mutsuz etme şansı olmaz. Farklı olmaya ya da farklı insanların duygularıyla davranmaya da hiç ama hiç gerek yoktur.

-Kim olmak istiyorsun?

Kendin ol. Bir insanın kimse olmasına gereksinimi yoktur. Bir insan önce özü olmalıdır. Öz benliğiyle hareket edebilmeli, öz düşünceleriyle yaşamalıdır.

-Kimin için yaşamak istiyorsun?

Kendin için yaşa. Zamanımızda insanlar çoğunlukla başkaları için yaşarlar. Bu annesi, babası, eşi ya da çocukları olabilir. Doğaldır ki bu tür bir yaşam seni sen olmaktan çıkarır. Sen, sen olamadığın için de kendin için yaşamış olmazsın. Her şeyinden feragat edersin. Her şeyden feragat etmek demek mutsuzluğun tam orta noktası demektir.

-Değerlerinle yaşamak mı istiyorsun?

Değerlerinle yaşaman en doğal hakkındır. Ancak, bu yaşam seni gerçekten mutsuz kılıyorsa, sana çok ağır bir yük olarak geliyorsa bu hiç de doğal bir durum sayılmaz. Demek ki bir yerde yanlışlık var ve onun düzeltilmesi gerek. Özellikle günah, haram, mahalle baskısı, toplumsal olumsuz etkileşim, kim ne der, kim ne düşünür gibi görüşler uygulanabilir olmaktan çıkarılmalı. Öz benliğine dönmeli ve hem duygu hem de mantık ölçeğinde aklın ve kalbinden geçenlerle yaşamalısın.

-Aklın, gönlün kalacağına her şey orada kalsın.

Yaşadığın sürece muhtemeldir ki insanın aklı ya da gönlü bir yerlerde kalabiliyor. Hayatı yaşamak kolay değil tabi ki. Bir şeyi düşünürsün, yapmak istersin ama çevresel etkilerden çekinerek ya da korkarak yapamazsın. Gönlünden bir duygu seli akar ama o selden bir damla alıp içemezsin. Bunun acısını da bir ömür boyu çekersin. Her şey olduğu yerde kalır. Senin de aklın ve gönlün orada öylece kalır. O halde hiçbir şeyde aklın ve gönlün kalmasın. Olmak istediğin gibi ol. Yaşamak istediğin gibi yaşa.  Aklın ve gönlün bir yerlerde kalacağına bırak olması gereken yerde kalsın.

-Şimdi seçim zamanı.

Bugün tüm ülke seçime gidiyoruz. Hatta az bir zaman kaldı sonuçları almaya. Her ne olursa olsun, kim kazanırsa kazansın yarın bir başka dünyaya uyanacağız. Her ikisinden birisiyle yeni bir yaşama merhaba diyeceğiz. Yani sen kendi geleceğini oyladın. Hatta kendinden başka, başka insanların geleceğini de oyladın. Şöyle ya da böyle, yeni düzende şikâyet etme hakkın kalmayacak hatta kalmadı da. Çünkü, yanlış ya da doğru kararını sen verdin. Çıkacak her sonuca da sen, ben hatta senden benden olmayan herkes katlanmak durumunda kalacak.

-Ne garip değil mi?

Ya kendimizi ve başkalarını da mutsuz edeceğiz ya da hem kendimizi hem de başkalarını da mutlu edeceğiz.

-Ne diyelim hayat senin!

-Ama, keşke başkalarının mutsuz olacağı kararları almamış olarak yeni güne uyanmış olsak!

Yaşar GELER

Devamı
HUZUR İSTİYORUZ

Seçimlere birkaç adım kaldı. Koskocaman zamanı arkada bıraktık yeni bir zaman dilimine girebilmek için gün sayıyoruz. Koskocaman zaman dediğim öyle azımsanacak bir zaman değil. Kocaman bir yüz yıl. Şimdi de ikincisine hazırlandığımız kocaman ikinci yüz yıl var önümüzde.

Ancak, şöyle bir geçen zamanı düşündüğümüzde özellikle de seçim havasına girdiğimiz şu son birkaç aydır olup bitene baktığımızda hiç iç açıcı olmayan, huzurumuzu kaçıran, neredeyse insanların birbirlerine nefretle baktıkları bir süreç işliyor.

Toplum tedirgin, toplum gergin. Belki bile isteye yapılıyor bu durum onu da bilemiyorum ama toplumun hiç de mutlu ve huzurlu olmadığını görüyorum. Mutlu bir azınlığın çevresinde toplanan mutsuz yığınları görünce içimiz parçalanıyor. Oysa bizler ne kadar mutlu ve huzurlu yaşayan bir millettik!

Peki, bunu kim ya da kimler yapıyor? Doğaldır ki mutsuz çoğunluğa yön vermeye kalkan mutlu azınlık siyasi otoriteler yapıyor. Bu kanıya nerden vardığımızı düşünenler olabilir. Bunun için de şunu söylemek gerekiyor. Hemen yurdun her köşesinde TV kanalları, sosyal medya, internet ortamları, haberleşme grupları vb. onlarca kanaldan aldığımız mesaj bu değil midir? Yoksa benim algılarımda bir sorun mu var, bilemiyorum?

Gün geçmiyor ki konuşan her siyasetçi bir tehdit dili, bir aşağılama, bir belden aşağı vuruş, bir kin ve nefret söylemiyle karşımıza çıkıyor. Doğal olarak da bu söylemler taraftarları oldukları insanları çok ama çok tedirgin ediyor, derinden etkiliyor ve toplum artık insanlar biri birine düşman gözüyle bakıyor. Ayrışmış ve kutuplaşmış toplumların sağlıklı bir yaşamsal süreç yürütemeyeceklerinin geçmiş tarihimizden örnekleri vardır.

Siyasileri bu psikolojik çözünmeyi artırıcı, bölücü ve nefret duygularını geliştirici söylemlerden mümkün oldukça uzak durmaya davet ediyorum. Yarın seçim bitecek ve biz bu ülkenin seksen beş milyon insanı yine bir arada yaşamaya devam edeceğiz. Yoksa böyle nefret ve kinle hangi insan, hangi toplum başarı elde edebilir, nasıl mutlu ve huzurlu olabilir.

Kardeşim bu ülkede her ne kadar kör topal işlese de bir adalet, bir yargı sistemi var. Gidin oraları kullanın. Toplumu gerici söylemlerle aklımızı bozmayın, aklımızla alay etmeyin. Bir de her gün bir siyasi çıkıyor, ha bak seninle ilgili elimde şu var, bu var. Bak açıklayacağım. Bak kaset yolda vb. söylemlerle toplumu olumsuzluğa sevk eden, negatif düşünceye yönlendiren söylemlerle beynimizi karıştırıyorsunuz. Ya arkadaş elinde bilgi ya da belge varsa, bu da toplumun bilmesi gereken bir bilgiyse açıklayın bitsin gitsin. Nedir bu insanların aklını karıştırmak?

Bizler, yani mutsuz çoğunluk olan toplumun asil unsurları çok ama çok huzursuzuz. Artık huzur istiyoruz. Ya her şeyden vaz geçtik, bir gram da olsa huzura ihtiyacımız var. Huzurumuzu bozmayın, sizden başka bir şey istemiyoruz. Mal, mülk, para, pul, mevki, makam sizin olsun.

Bir parça karnımızı doyuracak ekmek, insan onuruna yakışan bir yaşam ve bir parça da huzur bize yeter.

İstediğimiz tek şey; huzur, huzur, huzur!

Yaşar GELER

Devamı
ETKİLİ OLMAK

Uzun zamandır yazıp çiziyorum, çocukluğumdan beridir bir şekilde siyasetle ilgileniyorum. Kamudayken direkt ilgi alanıma girmedi. Çünkü devletten maaş alıp bir siyasi partiyle organik bir bağ oluşturmanın doğru ve ahlaklı bir davranış olmayacağını düşünüyordum. Ancak, memuriyetin izin verdiği meslek örgütlerinde, dernekler vb. gibi kuruluşlarda oldum. Oysa şimdi, tabiri caiz ise, at izi it izine karışmış, en alt memurundan en üst bürokratına kadar herkes bir şekilde “yasak olmasına rağmen” siyasetle iç içe geçmiş durumdadır. Parti devletlerinde ne yazık ki böyle olumsuzluklar devleti de milleti de rahatsız ve huzursuz ediyor. Özellikle de bir kesime normal diğer bir kesime anormal yani tezat durumlar oluşturuyor. Umarım ki bu durum yakın gelecekte düzelir.

Şimdi gelelim etkili siyaset nasıl yapılıyormuş, örneklerine bakarak anlamaya çalışalım. Demek ki etkili siyaset yapmak için iktidarda olmak da gerekmiyormuş. Sen nelere kadirsin “bir oy”!

Bir muhalefet partisinin seçim vaatleri iki günde yerine getirilebiliyormuş. Madem bu kadar basitmiş te neden şimdiye kadar yapılmıyormuş, diye insanın beynini kemiren deli sorular geliyor aklınıza. Bakalım neler olmuş.

Kamuoyuna yansıyan ve takip edebildiğimiz kadarıyla:

*Çok ama çok önemli bir EYT sorunu vardı. “İktidarımı kaybetme pahasına bile bunu yapmam” denilen EYT meselesi, muhalefet partisinin seçim vaadine girince çok kısa bir zamanda gerçekleşti. Tam da karşılık buldu mu bilemiyorum ama bir yönüyle gerçekleşti.

*Asgari ücret konusu ite kaka artışlarla ilerlerken, muhalefet partisi seçim vaadine koyunca yine çok kısa sürede hem de arka arkaya zamlarla düzenlenmeye çalışıldı. Eksik ve yetersiz de olsa bir şekilde uygulanmış oldu.

*Emeklilerin durumu yine hakeza aynı. Muhalefetin vaadi şekline dönünce, iktidar partisi düzenleme yapmak zorunda kaldı. Bayram ikramiyeleri de aynı şekilde eksik gedik bir şeyler yapılmaya çalışıldı.

*Ev hanımlarına destek vaadi muhalefetten gelince, iktidar farklı tedbirler almak zorunda kaldı.

*Milyonlarca genci ilgilendiren KYK borçları, muhalefetin “ödemeyin ben sıfırlayacağım” vaadi gelince, hemen iktidar tarafından farklı bir şekilde ele alındı.

*Öğrencilere internet, yemek, kırtasiye vb. konularda muhalefet kanadından seçim sonrası vaadi olarak gelince, iktidar tarafından uygulamaya konulmaya başlandı.

*Çeşitli işlemlerde TRT payının alınması vaadi muhalefet tarafından dillendirilince yine iktidar tarafından tedbir alınmak zorunda kalındı.

*Gençlerin, çocukların ve öğrencilerin en çok ihtiyaç duydukları cep telefonu, bilgisayar, konsol, internet vb. alışverişleri için ÖTV; KDV uygulamasına son verileceği muhalefet tarafından seçim vaadine konulunca, iktidar tarafından uygulanmaya başlanma kararı alındı.

*Özellikle ticari araçlarda ÖTV alımları yine muhalefetin vaatleri arasına girince, iktidarın uygulamaya aldığı başka bir durum olarak görüldü.

Şimdi insan durup düşünüyor! “Keşke her yıl düzenli olarak seçim olsa” demekten kendinizi alıkoyamıyorsunuz. Ya arkadaş madem bunları yapmak bu kadar kolaydı da seçimi neden beklediniz ki? Zamanında yapsaydınız da millet de ezilmeseydi, üzülmeseydi ve size yine “yola devam” deseydi, olmaz mıydı?

Yani özetle çıkardığım sonuç şu ki; bir şeyler yapmak için iktidar olmak ta gerekmiyormuş. Etkili bir muhalefetle halkın yanında olabiliyor, halkın gönlüne girebiliyor, halkın talep ve isteklerini gerçekleştirebiliyormuşsunuz. Demek ki ne oluyor? Vatandaşın her bir oyu çok ama çok kıymetliymiş de vatandaşın kendisi kendi gücünün farkında değilmiş.

Yaşar GELER

Devamı
SİYASET ARENASI

Herkes 14 Mayıs’a endekslenmiş, harıl harıl çalışıyor. Çalışıyor derken biraz mutlu olanlar, biraz da mutsuz olanlar çalışıyor. Yerleri garanti olanların çalışmaya ihtiyacı yok. Yerleri garanti olmayanların da çalışmaya ihtiyacı yok. E o zaman kim çalışıyor olacak? Beklentisi henüz bitmeyenler. Bunlar kimler, iktidar olunduğunda atama bekleyenler. Gerçek siyasetçi olan figürler. Yani siyaseten hiçbir beklentisi olmayanlar ya da seçim kazanıldığında çoluk çocuğumu, eşimi dostumu bir yerlere yerleştiririm umudu olanlar.

Şimdi de 2023 siyaset arenasında sayısal tablolar neyi gösteriyor bir bakalım. Her yıl olduğu gibi bu yılda siyasete ilgi duyanların oranı azımsanacak kadar değil. Müthiş bir ilgi olmuş gözüküyor.

AKP ADAY ADAYI BAŞVURU SAYISI: 6 BİN 25

CHP ADAY ADAYI BAŞVURU SAYISI: 3 BİN 500

HDP ADAY ADAYI BAŞVURU SAYISI: 2 BİN 783

İYİ ADAY ADAYI BAŞVURU SAYISI: 3 BİN 379

MHP ADAY ADAYI BAŞVURU SAYISI: BİN 894

YAKLAŞIK 30-40 BİN KİŞİLİK BİR MÜRACAAT

SEÇİLMESİ GEREKEN 600 MİLLETVEKİLİ

Şimdi bakıyoruz, listeler açıklandı. Mutlular mutsuzlar vs. saflar oluşmaya başladı. Hatta ben gözlemlerimden bu siyasetçileri biraz da kategorize etmeye çalıştım. Nasıl bir kategori oluştu bakalım:

SİYASETEN BEKLENTİSİ OLANLAR

SİYASETEN MUTLU OLANLAR

SİYASETEN KÜSKÜNLER

SİYASİ RANTÇILAR

SİYASİ KARTVİZİTÇİLER

SİYASETTEN BAŞKA YERLERE ATAMA BEKLEYENLER

SİYASETİN DİNOZORLARI

SİYASETTEN NEMALANARAK GELECEĞİNİ GARANTİ ALTINA ALMAK İSTEYENLER

GERÇEK SİYASETÇİLER

SİYASİ KADROLAR

Şimdi bunları yazarken, ben siyaset bilimci değilim. Çok aktif bir siyasetçi de değilim. Onlar üzerine söz söylemek haddim de yoktur. Sadece, sade bir vatandaş ve az da olsa ucundan kulağından bir parçacık gazetecilik gözlemlerimden çıkardığım sonuca göre değerlendirdim. Yani benim kişisel fikrim bu. Eksik ya da fazla yazmış olabilirim. Yanlışım da varsa gerçek siyasetçiler, siyaset emekçileri düzeltsinler lütfen.

Aday listeleri açıklandığından bu yana siyasetin fırtınasında savrulmalar başladı. Hatta kasırgaya dönüşüyor. Her birini bir yere savuruyor. İstifalar, basın açıklamaları, demeçler, parti değiştirmeler, partilerini karalamalar, başkalarını övmeler vs vs…

Ya beyler, listeye girecek olan sayı altı yüz elli, hatta partilere indirgersek en fazla iki yüz elli bilemedin üç yüz kişi vekil seçilebilecek. Başvuru olmuş otuz kırk bin kişi. Yani ne bekliyordunuz da ne oldu. Şayet partileriniz gerçekten liyakata dayalı adaylar belirlemişse sorun yok. Gerçekten ülkenin yasa yapma yeterliliğine göre gerekli meslek dallarından aday belirlemişlerse de sorun yok. Sizi dikkate almamış olabilirler çünkü yukarıda da dediğim gibi dosyalarınız yeterli değilse yine sorun yok. Hatta il, ilçe teşkilatlarınız kriterlere uygun önermeler yapmış iseler de yine sorun yok.

Ancak hem liyakatsiz hem niteliksiz hem kafa kol ilişkisiyle atama yapılmış ise il ve ilçe teşkilatlarının istemleri yani halkın tercihleri dikkate alınmamış ise işte o zaman sorun var demektir. Bunu çözmenin yolu da yine demokratik kurallar içerisinde il ve ilçe teşkilatları aracılığıyla gerekli itirazların yapılması ve düzeltilmesine çalışılmasıdır.

Kimsenin partisine küsme hakkı yoktur diye düşünüyorum. Özellikle gençlerimizin ve kadınlarımızın ikinci plana itilmesi asıl sorundur bence. Baktığımda bazı siyasi partiler siyaset dinozorlarından kurtulma yolunu seçmişlerdir. Bu durumu doğru buluyorum.

Artık bu fırtına dinsin, herkes amacına ve yoluna odaklansın. Cumhuriyetin ikinci yüzyılını kurucu değerlerin ilkelerine uygun bir şekilde sürdürülebilir bir yönetim ve yasama kadrolarının seçimine endeksleyin. Siyasette kırılmalar, dalgalanmalar olur. Ama siyaset bitmez. Siz olsanız da olmasanız da siyaset kurumu işler.

Yaşar GELER

Devamı
DERNEKLER VE SİYASET ÜZERİNE

Daha öncelerde de dernekler ve siyaset üzerine çeşitli yazılar yazmıştım.

Hatta bu konuda toplumsal bir algı da oluşturulmuştur:

Dernekler siyasete karışmasın.

Dernekler siyaset yeri değil.

Dernekler siyaset üstüdür.

Dernekler şunu yapmasın, denekler bunu yapmasın vs vs…

İyi güzel de dernekçilik sadece on tane tanıdık bir araya gelsin.

Otursun sabahtan akşama kadar açtığı lokalde okey oynasın.

Arada bir ortaya çıksın Kaz Gecesi, Saz Gecesi, Sıra Gecesi, Horon Gecesi vs yapsın, çalsın oynasın.

Yaz aylarında da insan bulursa bir piknik yapsın.

Seçim zamanları geldiğinde siyasiler gelsin dernek üyelerine nutuk atsın.

Bir gram yemek verecek ya da bir ulaşım aracı alacağım diye belediyecilerin önünde el pençe dursun.

Sonra hemşerisi de olsa, seçilmiş ya da seçmiş olduğu vekilinin önünde yalvar yakar iş yapmasını beklesin…

 Ya arkadaş bu dernekler köle eğitim merkezleri midir nedir, söyleyin de bilelim?

Şimdi bakıyorum siyasi partilerin aday listeleri basına düşmeye başladı. Toplumda da bir hareketlenme gözlüyorum. Yine o bildik parti politikaları. Yine o bildik aşina yüzler. Yine genel merkezlere çöreklenmiş para babaları ya da iş bitirici kadroların tanıdık bildikleri vs…

Gerçekten bu aday listelerinde halk var mı? Yok.

Halkın tercihi var mı? Yok.

Kapalı kapılar ardında isimler seçeceğinize üyelerinize başvurdunuz mu? Yok.

Ben yaptım, oldu bitti. Hadi sen de git kuzu kuzu oyunu ver, çık. Senin görevin seçmen olmak ama seçerken fikrin olmayacak, benim dediğimi seçeceksin. Seçmen değil, emir eri gibi olmak durumunda kalıyorsun. İyi de ben istemediğim, beğenmediğim ya da inanmadığım adama neden oy vereyim? Yanıtı duyar gibiyim ki; ona da yanıt, senin öyle bir seçmenlik hakkın yok.

Şimdi gelelim derneklere. Farklı illerin derneklerini bilemiyorum. Ne istediler ne aldılar ne verdiler. Yakından bildiğim ve takip ettiğim Ardahan Dernekçiliğini irdeledim. Asgari kırk elli kişilik bir başvuru yapıldı çeşitli siyasi partilere dernek başkanı, federasyon başkanı ya da üye tabanından. Sonuç; sıfıra sıfır elde var sıfır.

Hani dernekler güçtü?

Hani bizler dernekler olarak kendimizi bu kadar değerli ve önemli hissediyorduk?

Koskoca İstanbul’da beş yüz bin Ardahanlı varken, üç seçim çevresinden de aday adaylarınız varken ve siz bir tane de olsa bir kişiyi aday yapamıyorsanız, derneklerin siyaset üzerinde etkisinden ve etkin bir dernekçilikten söz etme hakkınız olmamalı.

Ancak, burada başka bir hususu da görmekte yarar vardır. Onlarca Ardahanlı arkadaşımız siyasi partilerde aday adayı olacağına, öncelikle bir Ardahan sandığı kurulsaydı. Sonrasında Ardahanlılar kendi adamlarından her bölge için ya da gerçekçi davranalım İstanbul için bir aday adayı belirlemiş olsalardı. Bunu da ilgili siyasi partiye ön koşul olarak sunsalardı. Sanırım en azından bir temsilci sokabilirlerdi listelere. Ardahan için dedim ama aslında tüm iller için aynı durum söz konusu.

Bizimkilerde çok yüksek bir özgüven var. Herkes kişisel çabasıyla aday olursa sonuç da normal olarak böyle çıkar. Gerçi her aday adayının zaten illa da adaylık gibi bir derdinin de olmadığını gördük. Kimi kart vizit derdinde kimi tanınma derdinde kimi benim de otuz bin liram var deme derdinde kimi farklı konumlara referans oluşturma derdinde kimi… bilmem ne derdinde!

Gerçi ben Ardahan özelinde irdeledim ama görünen köyde de baktığımızda diğer iller ve diğer il dernekleri açısından da durum pek farklı gözükmüyor. Ayrıca bir de siyasetin dinozorları var. Bir yerleştiler mi bir daha asla koparamıyorsun. Ya arkadaşlar, biraz insaf ve merhamet sahibi olun. Sizler gibi hatta sizleri cebinden çıkaracak onlarca liyakat sahibi, gençler, kadınlar ve adamlar var. Biraz da onlara fırsat tanıyın.

Yok ama olur mu? Onlar siyasetin duayenleri. Onlar olmadan memleket batar, biter. Kendileri yetmezmiş gibi, çoluk çocukları, eşleri, amcaları, dayıları, gelinleri, damatları her biri bir köşeyi kapmış. Sanki bu siyasetçilerin, belediye başkanlarının, müdürlerin ya da meclis üyelerinin yakınlarından başka memlekette insan kalmamış. Adam bir partiden aday, karısı başka bir partiden aday. Adam belediye başkanı, karısı millet vekili adayı… Sanki bulunmaz Hint kumaşları.

İşe alımlarda bile derneklerin talep ve istekleri dikkate alınmıyor. Hatta kimi zaman derneklerin iç işlerine bile müdahale etme cüretini gösterirler. Ama oy verme zamanı yaklaştığında bir günlüğüne dernek ziyareti ile yelkenler fora…

Yazıktır, günahtır insanların umutlarıyla oynamayın. Hayalleri yıkmayın. Halka sorun kardeşim halka. Halktan korkmayın. Bilin ki bu halk zamanı geldiğinde sizden daha sağlıklı düşünecek ve daha sağlıklı kararlar verecektir.

Son sözüm derneklere: Şapkanızı önünüze koyup sağlık düşünme zamanı geldi de geçiyor da. Hemen birlikte hareket etmeyi öğrenip, önce kendi tabanlarınızla işi çözüp, sandığı önce kendi içinizde kurup, tabanın isteği doğrultusunda hareket etmekten başka yolunuz yoktur.

Her zaman öyle mi olacak acaba: Filler tepişir, altta çimenler ezilir.

Alttaki üste çıkar, üstteki alta iner. Sadece yer ve nöbet değişimi ya da mevki makam değişimi olur.

Gün ola harman ola. Bakalım yarınlar bizlere neler getirecek.

Yaşar GELER

Devamı
SENİN TUZUN KURU

SENİN TUZUN KURU

Bu hafta sonu ve evdeyim. Saat 15.00 suları telefonum çaldı. Baktım çok sevdiğim ve değer verdiğim bir genç kardeşim. Merhabalar, hoş beş derken;

Hocam bir hazırlık var mı? diye sordu.

Hayırdır kardeşim ne hazırlığı?

Hocam siyaset, dedi.

Yok kardeşim benim şu an siyasetle ilgili bir planım yok, dedim. Epey bir konuşmanın ardından…

Dip not: (Bu konuştuğum arkadaşımın evi yok kirada oturuyor. Kırtasiyeci dükkânda kirada duruyor. Arabası yok, toplu taşıma ile seyahat ediyor.)

Neyse konu başka yere doğru evrildi.

Hocam dedi, bugün aynı yaşlarda olduğum bir arkadaşım; vallahi senin tuzun kuru, dedi.

Hayırdır neden benim tuzum kuruymuş, diye sorduğumda:

Ya bak senin evin yok, araban yok, dükkân senin değil kiralık…

E dedim, o halde nasıl benim tuzum kuru oluyor, anlayamadım, dedim.

Ya bak dedi, benim evim var, arabam var, çocuklarım var, onların iş ihtiyaçları var. Yarın bir gün bunları kaybedersem perişan olurum. Aslında ben de sevmiyorum, fakat mecburen bunları kaybetmemek için oy veriyorum. Senin nasılsa kaybedeceğin bir şey yok. Sen tabi ki gayet rahatsın. Bağırıp çağırıyorsun. Kimseye eyvallahın yok. Benim varlığım da üstelik babadan kalma. Kendim bile kazanmamışım, nasıl kaybederim.

Diyalog başka birisinin dahil olmasıyla devam ediyor. Sohbete yeni katılan birisi de;

Arkadaş ben de işte şunu sevmiyorum ama mecburen yanlarında duruyorum ve gerektiğinde oy veriyorum, dedi.

E sen neden sevmediğine oy veriyorsun, diye sorduğum soruya:

Ya arkadaş biliyorsun ki benim çocuğum belediyede çalışıyor. Şimdi yanlarında gözükmesem yarın çocuğum işsiz kalmaz mı, cevabını veriyor.

Daha birçok örnekler verdi de ben özet geçeyim istedim.

Arkadaşın bu konuşmalardan çıkarımı: Hocam hayretler içinde kaldım. Benim onlara –sizin tuzunuz kuru- demem gerekmez miydi, diye soruyla geldi. Yani özetle diyor ki, yoksulun tuzu kuru, varlıklı korku, endişe ve panik ortamının baskısıyla mağdur durumda.

Şimdi, bir bakalım toplum nereden nereye evrilmiş. Şükredecek olanlar etliye sütlüye karışmıyor, susuyor, korkuyor, konuşsa da mecburen mevcudu savunuyor; zavallı ihtiyaç sahipleri, yoksullar konuşuyor. Çünkü yoksulun tuzu kuru. 

Yani bu işin sağı solu da yok! Demek ki her kesimin bir tuzu kuru potansiyeli varmış.

Yaşar GELER

Devamı
Nezaketi Kaybettik

Nezaketi Kaybettik

Nezaket, kendisinde bir incelik duygusu barındıran, sempatik bir sözcük. Şu sıralar en çok özlemini duyduğumuz bir terim de olsa gerek. Çünkü, ortam öyle bir yere evrildi ki, nezaketin N-sinden eser kalmadı. Oysa toplum sakinlik, dinginlik, hoşgörü ve nezaket istiyor. Artık insanlar kavga dilinden bıktı, usandılar. Ha bunu benimseyen, özümseyen ve yaşam biçimi haline getirenler yok mu, tabi ki var.

Kimlerdir bu kavga dilini benimseyenler; sertlikten, kavgadan, şiddetten nemalananlar. Kavgadan, şiddetten, küfürden ekmek çıkaranlar. Onlar için mükemmel bir fırsat. Bağır, çağır, şiddet uygula, kötü davran ve bu durumdan nemalan.

Oysa ki, toplumun kardeşliğe, dostluğa, sevgiye ve saygıya ihtiyacı var. Toplumun birliğe ve dayanışmaya ihtiyacı var. Toplumun örnek yöneticilere ihtiyacı var. Toplum, kavga ve küfür dilini değil, sevgi, saygı ve nezaket dilini istiyor.

Şimdi dönüp bakıyorsun; TV kanallarında neredeyse tüm diziler ve filmler şiddet içerikli. Dönüp bakıyorsun, siyasiler hem mecliste hem TV ekranlarında hem de sosyal medya ortamlarında şiddet, küfür ve kavga içerikli düşünce ve davranışlarda. Başka bir yere bakıyorsun, illegal örgüt temsilcileri tehditler vs. ile siyaseti ve toplumu dizayn etmeye çalışıyor. Başka bir pencereden bakıyorsun, bir mafya lideri, devlet yetkililerini yerin dibine sokup çıkarıyor, devlet adamlarını aşağılıyor. Bir başka yerden daha bakıyorsun hem kamu yöneticilerinin hem siyasilerin hem özel ve ünlü insanların kaset savaşları ortalara saçılıyor.

Geçmiş zamanlarda da buna benzer tansiyonun yüksek olduğu zamanlar olmuştu. Hatta herkesin malumu 12 Eylül 1980 faşist darbesinin mimarları da kendilerince bunları gerekçe göstererek ve durumdan vazife çıkararak belki de ülkenin bugününü hazırlamışlardı. Ne oldu sonuçta koskoca kırk yılımız heba oldu gitti. Gerçi o zamanın siyasileri her ne kadar sert söylemler geliştirmiş olsalar da yine de toplumu bu kadar harap ve bitap düşürmemişlerdi. Neredeyse o yılların siyasetini şimdilerde arar olduk. Çünkü o zamanın siyasileri hem toplum önünde hem de TV ortamlarında daha medenice tartışma ortamlarına girebiliyorlardı. Yani birbirlerine ve topluma karşı daha nazik bir üslup kullanıyorlardı.

Aynı zamanda bir eğitimci olarak düşündüğümde hiçbir eğitimcinin öğrencisine ahlak dersi vermesinin inandırıcılığı kalmayacaktır. Bu toplumun geleceği olan çocuklarımıza bari iyi örnek olalım.

Yetmez mi bu kadar toplumsal gerginlik?

Yetmez mi bu kadar kavga ve toplumsal ayrışma?

Yetmez mi insanların biri birilerine karşı olumsuz bakışları, birbirlerinden ayrışmış, kutuplaşmış olmaları?

Yetmez mi gençlerin birbirlerine karşı düşmanca davranış göstermeleri?

Toplumun huzura, nezakete, saygınlığa ihtiyacı yok mu?

Babanın oğula düşman olması kime ne kazandırır?

Belki siyaseten birilerine geçici kazanımlar sağlar ama gelecek yok olup gitmiyor mu?

Siyasetçiler bunu görmüyorlar mı?

Evet, artık toplumu sakinleştirici davranışlarda bulunmanızı ve nezaketli olmanızı bekliyoruz.
Yani, kısaca nezaketli olmanızı istiyoruz, nezaketli!..

Yaşar GELER

Devamı
Nezaketi Kaybettik

Nezaket, kendisinde bir incelik duygusu barındıran, sempatik bir sözcük. Şu sıralar en çok özlemini duyduğumuz bir terim de olsa gerek. Çünkü, ortam öyle bir yere evrildi ki, nezaketin N-sinden eser kalmadı. Oysa toplum sakinlik, dinginlik, hoşgörü ve nezaket istiyor. Artık insanlar kavga dilinden bıktı, usandılar. Ha bunu benimseyen, özümseyen ve yaşam biçimi haline getirenler yok mu, tabi ki var.

Kimlerdir bu kavga dilini benimseyenler; sertlikten, kavgadan, şiddetten nemalananlar. Kavgadan, şiddetten, küfürden ekmek çıkaranlar. Onlar için mükemmel bir fırsat. Bağır, çağır, şiddet uygula, kötü davran ve bu durumdan nemalan.

Oysa ki, toplumun kardeşliğe, dostluğa, sevgiye ve saygıya ihtiyacı var. Toplumun birliğe ve dayanışmaya ihtiyacı var. Toplumun örnek yöneticilere ihtiyacı var. Toplum, kavga ve küfür dilini değil, sevgi, saygı ve nezaket dilini istiyor.

Şimdi dönüp bakıyorsun; TV kanallarında neredeyse tüm diziler ve filmler şiddet içerikli. Dönüp bakıyorsun, siyasiler hem mecliste hem TV ekranlarında hem de sosyal medya ortamlarında şiddet, küfür ve kavga içerikli düşünce ve davranışlarda. Başka bir yere bakıyorsun, illegal örgüt temsilcileri tehditler vs. ile siyaseti ve toplumu dizayn etmeye çalışıyor. Başka bir pencereden bakıyorsun, bir mafya lideri, devlet yetkililerini yerin dibine sokup çıkarıyor, devlet adamlarını aşağılıyor. Bir başka yerden daha bakıyorsun hem kamu yöneticilerinin hem siyasilerin hem özel ve ünlü insanların kaset savaşları ortalara saçılıyor.

Geçmiş zamanlarda da buna benzer tansiyonun yüksek olduğu zamanlar olmuştu. Hatta herkesin malumu 12 Eylül 1980 faşist darbesinin mimarları da kendilerince bunları gerekçe göstererek ve durumdan vazife çıkararak belki de ülkenin bugününü hazırlamışlardı. Ne oldu sonuçta koskoca kırk yılımız heba oldu gitti. Gerçi o zamanın siyasileri her ne kadar sert söylemler geliştirmiş olsalar da yine de toplumu bu kadar harap ve bitap düşürmemişlerdi. Neredeyse o yılların siyasetini şimdilerde arar olduk. Çünkü o zamanın siyasileri hem toplum önünde hem de TV ortamlarında daha medenice tartışma ortamlarına girebiliyorlardı. Yani birbirlerine ve topluma karşı daha nazik bir üslup kullanıyorlardı.

Aynı zamanda bir eğitimci olarak düşündüğümde hiçbir eğitimcinin öğrencisine ahlak dersi vermesinin inandırıcılığı kalmayacaktır. Bu toplumun geleceği olan çocuklarımıza bari iyi örnek olalım.

Yetmez mi bu kadar toplumsal gerginlik?

Yetmez mi bu kadar kavga ve toplumsal ayrışma?

Yetmez mi insanların biri birilerine karşı olumsuz bakışları, birbirlerinden ayrışmış, kutuplaşmış olmaları?

Yetmez mi gençlerin birbirlerine karşı düşmanca davranış göstermeleri?

Toplumun huzura, nezakete, saygınlığa ihtiyacı yok mu?

Babanın oğula düşman olması kime ne kazandırır?

Belki siyaseten birilerine geçici kazanımlar sağlar ama gelecek yok olup gitmiyor mu?

Siyasetçiler bunu görmüyorlar mı?

Evet, artık tolumu sakinleştirici davranışlarda bulunmanızı ve nezaketli olmanızı bekliyoruz.
Yani, kısaca nezaketli olmanızı istiyoruz, nezaketli!..

Yaşar GELER

Devamı
GÜCE TAPANLAR, GÜÇTEN SAPANLAR

 

Son zamanlarda çok görür olduk güce tapanları da güçten sapanları da. Hal böyle olunca gözlemlerimizi de yazmadan olmaz tabi ki. Şimdi birazcık tanımlardan başlayarak konun özüne gelelim.

Güç, zor olanı başarabilmek.

İmkânsızı imkânlıymış kılmak.

Toplumu yönlendirebilecek kadar enerjiye sahip olmak.

Çevresini kolayca etkileyip kendi çıkarlarına dönük kullanabilmek.

Her türlü işi kolayca yapma imkânı.

Gücü elinde bulundurmak ise hem ekonomik hem sosyal hem de siyasal anlamda olağanüstü varlıklara sahip olmak ve bunu kullanarak da insanları kendi çekim merkezinde tutabilmektir. Yani her şeyi kolayca yapma ya da yaptırabilme imkânına sahip olmak.

Bir de güce tapanlar var. Bunlar kişiler veya toplumlar olabilirler. İşlerini yaptırabilmek, varlıklarını rahat sürdürebilmek, kimi zaman yaşamlarını kolaylaştırabilmek için güçlü insanların ya da toplumların çevresinden ayrılmazlar. Hatta kendilerini gösterebilmek için güçlülerin yanından ayrılmak istemezler. Adeta onların uydusuymuş gibi davranırlar. Bu türden insanlar ya da toplumlar kısa vadede durumu kurtarabilirler ama uzun vadede asıl olan kimliklerinden uzaklaşırlar.

Kimliği kaybetmek kadar kötü bir durum olmadığını düşünüyorum. Kimliğini kaybeden her şeyini kaybeder. Hatta kendilerini de güçlüymüş gösterebilmek için her türlü yola başvururlar. Kimseyi beğenmek istemez, herkes onu beğensin ve takdir etsin diye kıvrım kıvrım kırılırlar. Güce tapanların bir özellikleri de çok kolay ve çok basit işlere bile razı olmalarıdır. En ufak takdir bile onları mutlu eder. Ancak, başkalarının mutluluğu onları pek ilgilendirmez.

Bir yanda da güçten sapanlar var. Yani güç zehirlenmesi yaşarlar. Gücün tüm nimetlerinden yararlanırlar ve bir süre sonra o güç bile onları sıkar. Gücün çekim merkezi etkisini kaybeder ve başka yerlere savrulmaya başlar. Hatta daha yeni ve daha etkili bir güç gördüklerinde hemen oraya doğru yol alırlar.

Ya güçsüz oldukları halde güçlüymüş gibi davrananlara ne demeli? Birazcık varlık sahibi olduklarında kendilerini güçlü göstermek için ekonomik silahlarını kullanmaya başlar. Oysa bilmiyorlar ki toplum ya da çevresindeki insanlar onun ne olduğunu çok iyi bilmektedirler. Paranın gücüne kendini göstermek demek, insanın doğru ve güçlü olduğunu göstermez.

Özetle basit insanlar, hep başkalarıyla uğraşırlar. Basit işlerle mutlu olurlar.

Gerçek güçlü insanlar da her türlü zorluğun karşısında durur, mücadele eder ve başarılı olurlar. Güce tapmayı bırakıp, güçlü olmak için mücadele edin. Başkalarıyla değil, kendinizle uğraşın. Başkalarıyla yarışmak yerine kendinizle yarışın. Kimin ne olduğunun önemi değil, senin ne olduğunun önemi olsun.

Yaşar GELER

 

Devamı
Helalleşme

Helalleşme

Son zamanların modası oldu helalleşme.

Sanırım bir nevi günah çıkarma yöntemidir helalleşme.

Neredeyse herkes bir helalleşme kuyruğuna girdi.

İşin tuhaf yanı, kendi adımıza helalleşme değil de herkesin adına helalleşiyor olduk.

Kimden nasıl helalleşeceğimize bir türlü karar veremedim.

-Kaçak yapılar yapıp/yaptırıp en ufak bir sallantıda başlarına yıktığımız, ölümlerine neden olduklarımızla nasıl ve ne yüzle helalleşeceğiz? Asıl helalleşmemiz gereken bu insanlar da bakalım onlar bize haklarını helal ediyorlar mı?

Peki gelin helalleşelim, helalleşelim de kimden helalleşelim?

-Kadına şiddet uygulayan birilerinden mi helalleşelim?

-Kadını taciz ve kadına tecavüz edenlerden mi helalleşelim?

-Çocuk istismarcılarından mı helalleşelim?

-Yol kesip adam döven, saldırgan psikopatlardan mı helalleşelim?

-Kapkaç yapıp, insanları yerlerde sürükleyen, hayatlarını bitirenlerden mi helalleşelim?

-Evimize girip varımızı yoğumuzu götüren hırsızlardan mı helalleşelim?

-İnsanları dolandıran, haklarını gasp edenlerden mi helalleşelim?

-Bir kısmı din sömürüsü yapıp, diğer bir kısmı Atatürk maskesi takıp sahtekarlık yapanlardan mı helalleşelim?

-Hırsızlık yapıp malzemeden çalan ve bir afet anında yerle bir olan evleri yapan müteahhitlerden mi, onlara imar ve iskân izni veren yetkililerden mi, usulsüz uygunluk veren yapı denetim elemanlarından mı helalleşelim?

-Bir oy uğruna ya da bir miktar para toplama uğruna hak etmedikleri halde uygunsuz yerlere yasallık belgesi vererek canların yok olmasına fırsat verenlerden mi helalleşelim?

-Her namuslu iş insanı, memur ve çalışan vergisini verirken, vergisini vermeden saklanan ve adaletsiz bir şekilde çıkarılan aflarla vergi vermeden uyanık geçinen ve onlara bu fırsatı sunanlardan mı helalleşelim?

-Suç işlediği için yıllarca ceza alan ve keyfe keder aflar çıkarılarak kanunsuz insanları sokağa çıkaranlarla ve sokağa dökülen suç makinalarıyla mı helalleşelim?

-Devletin malını har vurup harman savuran yetkililerle mi helalleşelim?

Sahi biz kiminle helalleşelim?

Temiz ve dürüst insanların zaten helalleşmeye ihtiyaçları var mı?

Helalleşelim de her şeyi sıfıra alıp yeniden suç işlemeyi mi meşrulaştıralım?

Helalleşelim de doğru ve dürüst yaşayan insanların haklarını ve hukuklarını mı çiğnemiş olalım?

Helalleşelim de gayri resmi yapılan tüm işlemlere yasallık mı kazandıralım?

Bilimsel devletlerde helalleşme diye bir şey olabilir mi?  Olsa olsa hak, hukuk ve adalet çerçevesinde herkesin hak ettiğini alması olabilir.

E hadi helalleşelim de kimle helalleşelim? Bakıyorum da elimde helalleşecek kimse kalmamış.

Kimseler öyle ortaya çıkıp da hakkınızı helal edin, hadi gelin helalleşelim vs. nutukları atmasınlar. Atıyorlarsa da kendi adlarına atsınlar.

Helalleşme anca musalla da olur. O da oradaki cemaatin inisiyatifinde olan bir durumdur. Kimse, kimin ne dediğini ve ne yaptığını bilemez.

Yaşar GELER

 

Devamı
Akıllanmıyoruz

Yıllardır onca deneyime rağmen, onlarca yaşanmışlıklara rağmen çeşitli konularda hala zarar görüyor olmamız pek de kenara konulabilecek bir durum olmasa gerek. Aslında bu kadar olumsuzluklardan ve yaşanmışlıklardan çok ama çok önemli dersler almamız ve akıllanmamız gerekmez miydi?

Evet, gerekirdi. Ama biz ders alabildik mi ya da akıllanabildik mi? Tabi ki hayır. Akıllanmış olsaydık bugün yaşadıklarımızın belki de onda birini ya da yüzde birini dahi yaşamamış olurduk.

İmar barışı çıktı diye seviniyoruz.

Neden? Yasal olmayan yapılara yasallık kazandırıldı diye.

Vergilere af geldi diye seviniyoruz.

Neden? Devlete karşı sorumluluğumuz olan vergimizi vermediğimiz için.

Hükümlülere af çıktı diye seviniyoruz.

Neden? Kanunen suçlu olup, cezamızı çekmeden serbest kaldığımız için.

Öğrencilere af çıktı diye seviniyoruz.

Neden? Zamanında okuluna gitmediği, sınavlarına girmediği, okuldan atıldığı ve buna karşılık her şeyi sıfırladığımız için.

Depremde yıkılan binaların suçlusu ve sorumluları olarak ceza almadığımız ya da ceza aldığımız halde zaman zaman af çıkarılarak serbest kaldığımız için seviniyoruz.

Neden? Suçlu olduğumuz halde gerekli cezalarımızı çekmeden serbest kalabildiğimiz için.

Deprem ya da başka bir felaket oluyor, önce üzülüp sonra seviniyoruz.

Neden? Yıkımlar olduğu ve yaşamlar yok olduğu için üzülüyor, daha sonra millet olarak el ele verip mağdurlarımızı desteklediğimiz için seviniyoruz.

Alışverişlerimizde fiş ya da fatura almadan alışverişi ucuza hallettiğimiz için seviniyoruz.

Neden? Çünkü, devlete ödememiz gereken vergileri ödemediğimiz için.

Yardım ettik diye seviniyoruz.

Neden? Çünkü biz asil ve duygusal bir milletiz. Yardımcı olmayı seviyoruz. Hatta başkasının görevini üstlendiğimiz için daha çok seviniyoruz.

 

İyi de biz ne zaman, başkalarının görevini üstlenmekten vaz geçeceğiz?

Ne zaman yasal olan işler yapmaya başlayacağız?

Ne zaman devlete karşı vatandaşlık sorumluluklarımızı yerine getireceğiz?

Ne zaman gerçek bir vatandaş ve vatansever olacağız?

Ne zaman daha ahlaklı ve daha onurlu bir topluluk olarak yaşamaya çalışacağız?

Ne zaman usulsüzlüklerden, yolsuzluklardan kurtulup doğru, adil, hakka ve hukuka uygun davranmaya başlayacağız?

En önemlisi, ne zaman akıllanacağız?

Yaşar GELER

Devamı
LİYAKATLİ OLALIM

Bu konuyu irdelemek istiyorum biraz: Nedeni de özellikle bugün TV kanalları, sosyal medya ve benzeri organlarda çıkan haberler ve ülkede yaşanan olumsuz gelişmelerdir. Yaşamımızda özellikle son on yıldır var olan gelişmeler ve kamu ya da özel birçok kurum ve kuruluşta ortaya çıkan durumlar LİYAKAT terimini de çok ama çok önemli kılmaktadır.

Özellikle kendi alanlarında hiçbir şey bilmeyenlerin o konunun uzmanıymış gibi konuşmaları ve demeçler vermeleri durumun vahametini daha da ortaya koymakta ve ağır bedeller ödetmiş olmalarıdır. Bundan da en çok halk, gariban halk, yoksul halk, alt ve orta gelir sınıfı halk kitleleri olumsuz etkilenmektedir. O halde ne yapılması gerektiğine kafa yormak gerekir. Ama öncesinde LİYAKAT-in ne demek olduğunu açıklayalım. Liyakat demek; Layık olma, yaraşma, yaraşırlık, uygunluk, yeterlilik ve yetenekli olmak gibi özelliklerin var olması demektir. Liyakat, özellikle kamu da ve özelde yapılacak olan atama ve görevlendirmelerde aranmaktadır. Fakat, ben birkaç adım daha ileri atarak yaşamın farklı alanlarında da liyakatli olunması gerektiğini düşünmekteyim. Üniversite mezunu bir genç bir belediyede temizlik işine girmek için sınava giriyor ve ne acıdır ki, sen üniversite mezunusun bu işi yapmazsın diye mülakatta eleniyor. Ya da kamu için yazılı sınavda 90 puan alan birisi mülakatta az puan verilerek elenebiliyor. Ne yazık ki ülke gerçeği bu şekilde.

Şimdi araştırma ve izlenimlere bakarak bu durumu açıklamaya çalışalım:

1-Özellikle kamuda yapılacak olan her atama için mutlak surette liyakate uygun kimlikler seçilmelidir. Yani atama yapılacak o yere belli kurallar ve kriterler çerçevesinde atamalar yapılmalıdır. Hiç ilgisi ya da yakından uzaktan bilgisi dahi olmayan insanların atamaları kesinlikle yapılmamalıdır. Liyakat demek sadece boya posa bakmak fiziğe ya da görünüşe göre davranabilmek değildir. O kuruma ait bilgili ve donanımlı kişilerin özellikle de sınav sistemiyle vb. kriterlerle getirilmesi gerekir diye düşünüyorum. Genellikle özel sektör bu konuda tam olmasa da daha sağlıklı kararlar alabiliyor.

2-Örneğin, milletvekili seçilmek için ön şartın asgari lise mezunu olma şartı getirilmesi gereklidir. (Hatta bana göre lise bile yetersizdir.) Mesleki anlamda yeterli donanımı olmayan bir kimliğin, asgari lise düzeyinde eğitim almamış bir vatandaşın vekil seçilmesi engellenmelidir. Aksi takdirde sağlıklı kararlar alma ve lider sultasından kurtulma şansınız olmayacaktır.

3-Hükümet üyesi bir bakan seçiminde asla ve asla üniversite mezunu olmayan bir kimliğe yer verilmemelidir. Hatta liyakat sahibi olabilmesi için de asıl mesleği dışında bir bakanlık koltuğuna oturtulmamalıdır. Çünkü, kendisinde yeterli bilgi ve donanım olmadığından alt kadrosunda bulunan bürokrasiye de hükmedebilme şansı olmayacaktır. Aynı zamanda bakanlığıyla ilgili de sağlıklı kararlar verebilme şansı da kalmamış olacaktır.

4-Seçmen kriterleri de değiştirilmelidir. Örneğin, taciz, tecavüz, uyuşturucu bağımlılığı olanların ve kadın cinayetleri işleyenlerin asla seçme ve seçilme hakları olmamalıdır. Bu tarz insanların seçecekleri kimliğin de nasıl birisi olabileceği konusunda sanırım bize bir fikir vermektedir.

5-Günümüzde üniversite mezununun bile iş bulma kaygısı varken ve ilkokul ve ortaokul diplomasının herhangi bir etkisinin olmadığı düşünüldüğünde asgari lise mezunu olmayan bir vatandaşın yeterli kültürel doyuma ulaşmadığı ve yeterli bilgi donanımına sahip olmadığı düşünülerek sağlıklı bir seçim yapamayacağı da dikkate alınarak lise mezunu olmayan hiçbir kimsenin oy kullanmasına olanak sağlanmamalıdır. Nedeni de “milletin efendisi olan köylülerimizin” okuma hakkının ellerinden almış olunmasıdır. Kapatılan köy okullarıyla köyde yaşayan vatandaşlarımızın okuma haklarını ellerinden almış olmuyor muyuz? Madem ilkokul ve ortaokul diplomasının bir değeri yok, o halde anayasal hak olan okuma hakkının en az lise düzeyine kadar köyde yaşayan vatandaşlarımıza da bir şekilde ulaştırılması gerekmez mi? İşte bu haklarını elde ettiklerinde köylülerimiz de kentlerdeki insanlar gibi eşit koşullarda seçme ve seçilme hakkını yakalamış olacaklardır. Aksi takdirde köy ortamında yaşayan vatandaşlarımız ne yazık ki hep seçme hakkını kullanmış olacak ama hiçbir şekilde seçilme haklarını kullanmış olmayacaklardır. Ayrıca şunu da belirtmekte yarar vardır ki; gayri yasal yollardan okullara yerleştirilmiş, hak etmediği halde diploma almış, hak etmediği halde başka birisinin tezlerini çalarak kariyer yapmış, uzaktan yakından eğitimle ilgisi olmamış ama kariyerliymiş gibi ortada olan üniversite mezunu olanların da sistemden ayrıştırılması gerekmektedir. Bu tür hilekarlara da seçme ve seçilme engeli getirilmelidir. Ancak, oranı her ne kadar az olsa da az eğitim almış fakat kendisini bir şekilde olağan üstü çabayla yetiştirmiş çok değerli insanlarımızın varlığını da görmezden gelemeyiz. Hatta bu tür insanlarımızın varlığı bazen gayri yasal yollardan diploma ele geçirmiş insanlardan çok daha değerli olduğunu da söylemeden geçemeyeceğim. Bu tür istisnalar hariç yine de eğitim ve liyakat demekten asla vaz geçmemeliyiz.

Bu yazdıklarımdan kastım, aslında eğitimin kalitesinin yükselmesine katkı sağlamak ve her bireyin sadece okur yazarlık düzeyinde kalmaması ve en az lise düzeyinde eğitim almasının sağlanmış olmasına katkı sunmaktır.

İşte o zaman belki kadın cinayetlerini, tacizcileri, tecavüzleri önleyebiliriz.

İşte o zaman belki devleti ve milleti soyma hastalığının önüne geçeriz.

İşte o zaman belki Avrupa Birliğine gireriz.

İşte o zaman belki Orta Doğu’nun liderliğine oynarız.

İşte o zaman belki Avrasya’da söz sahibi oluruz.

İşte o zaman belki sınırlarımızı daha iyi koruruz.

İşte o zaman belki Kıbrıs’ı devlet olarak kabul ettirebiliriz.

İşte o zaman belki kaybettiğimiz adaları geri alabiliriz.

İşte o zaman belki dünya devletleri arasında daha saygın bir konuma gelebiliriz.

İşte o zaman belki Türk dünyası devletlerine liderlik yapabiliriz.

İşte o zaman belki ülkemizin insanlarını ekonominin acımasız kıskacından kurtarabiliriz.

İşte o zaman belki kaybettiğimiz ve kapattığımız fabrikalarımızı yeniden faaliyete geçirebiliriz.

İşte o zaman belki ülkemizde modern tarım ve hayvancılığımızı geliştirebiliriz.

İşte o zaman belki asgari ücretliyi daha rahata kavuşturabileceğiz.

İşte o zaman belki emekliye, memura, çalışanlara hak ettiği ücreti verebileceğiz.

İşte o zaman belki işçi ile işveren arasındaki çalışma barışını sağlayabileceğiz.

İşte o zaman belki kültüre, sanata, teknolojiye ve bilime değer veren ülkeler ligine çıkarabileceğiz.

İşte o zaman dinimizi, dilimizi, bayrağımızı ve vatanımızı daha sağlıklı olarak koruyabileceğiz.

İşte o zaman belki daha adaletli bir gelir dağılımını sağlayabileceğiz.

İşte o zaman belki adalet, hak, hukuk arayışı içerisinde olmayacağız.

İşte o zaman belki ülkemizi Mustafa Kemal Atatürk’ün dediği gibi “Muasır medeniyetler seviyesine” çıkarabileceğiz.

Liyakat a önem vermeyen, akıl ve mantığı ön planda tutmayan, bilimden ve teknolojik gelişmelerden uzak kalan toplumların bir adım öne çıkmasının mümkün olmayacağını anlamanın zamanı gelmiştir ve geçiyor da!

Yaşar GELER

Devamı
EĞİTİM, YAŞAMIMIZ VE HAYALLERİMİZ

Malum, 2022-2023 eğitim öğretim yılı ara tatiline girdi. Ülkemizde eğitim gören milyonlarca öğrencimize ve öğretmenlerimize iyi tatiller ve başlayacakları dönemde de başarılar dileyerek başlayalım.

     Eğitim, bir canlının doğumundan öldüğü güne kadar süregelen bir elde ettiği davranışlar bütünüdür. İyi eğitilmiş canlılar yaşamlarında çok fazla zorluk çekmezler. Özellikle son yıllarda canlı eğitimlerinde hayvan eğitimlerinin çok daha değerli olduğunu gözlemleyebiliyoruz. Önceki zamanlarda özellikle yaşlı insanlar yalnızlıklarını giderebilmek için ya da hobi olarak evcil hayvanlardan edinirlerdi. Bu mantıklı da geliyordu. Çünkü, o insan artık iletişimini o eğittiği hayvanla sürdürme gibi bir durumla karşı karşıyaydılar.

     Günümüzde ise, bu hayvan eğitimi ve hayvanla yaşama biçimi artık bir yaşam biçimine dönüşmüş durumda. Artık, yaşlı genç ayrımı yapmaksızın toplumumuzun önemli bir bölümü bir ya da birkaç hayvanla yaşama gereği duymaya başlamış gibi görünüyor. Özellikle akşam saatlerinde yeşil alanlar, parklar bu tür insanlarla dolup taşıyor. Her bir insan ya kucağında ya elinde bir kedi, köpek vs… Diyaloglar ise aynen şöyle; ”Babası, kızıma iyi bak. Annesi oğlumu üzme, üstünü iyi giydir üşütmesin. Ayaklarını iyice temizle evi kirletmesin…” vb. söylemlerle hayvanla yaşamanın bir yaşam biçimine dönüştüğünü göz ardı edemiyoruz.

     Yanlış anlaşılmasın tabi ki. Hayvan edinmeye veya hayvan bakımına karşı olduğumuz fikri çıkarılmasın bu anlatımdan. Ancak, buradan hareketle insani ilişkilerin ve insan eğitiminin hatta sosyal ilişkilerin aile bireyleri de dahil olmak üzere toplumsal bir zafiyet göstermiş olduğunu anlıyoruz. Doğruluğu ya da yanlışlığı tartışılabilir tabi ki.

     Şimdi gelelim insan eğitimine. İlk bölümde de söylediğim gibi eğitim insanın doğumundan başlar ölümüyle sonlanır. Bu sürecin ilk beş yılı ailede, ortalama yirmi yılı okullarda ve son yılları da yaşamın içinde geçer. Ben özellikle okul yıllarının eğitim ayağından ve bu neslin gelecek hayallerinden bahsetmek istiyorum. Son yıllarda öğrenci tutum ve davranışlarında çok büyük bir kırılma yaşandığını, özgürlük adına saygısızlık boyutuna varan, öğretmeni demoralize eden, hatta öğretmeni ve kurum yöneticilerini neredeyse devre dışı bırakan bir bozulma olduğunu düşünüyorum. Bunu da işin mutfağından gelen bir Uzman Eğitimci olarak gözlemlerime dayanarak rahatlıkla söyleyebiliyorum. Bu gibi olumsuz vakaların örneklerini sosyal medya hesaplarına yansıyan video ve yazımlardan görmemiz mümkün.

     Olumsuz öğrenci davranışına yol açan ve eğitmekte zorlandığımız bu azımsanmayacak öğrenci kitlesine bu koşulları sağlayan öncelikle tepeden kurumsal tutumun ve öğrenci velisine verilen olağanüstü tavizlerin etkili olduğu açıktır. Bir dönem öğretmeni şikayet edebilmesi için (bununla birlikte suistimallerinde yoğunlaştığı) verilen özel hat numaralarının eğitim kurumlarında eğitimsizliği ve buna bağlı olarak da öğretmen ve idarecilerde “bana neciliğin, görmezden gelmişliğin ve veli ve öğrenci karşısında ezilmişliğin” eğitim konusundaki duyarsızlığın önünü açmıştır. Bu konuda Milli Eğitim Bakanlığı’nın acil önlem planı uygulamasını ve kaybedilmiş olan öğretmen onurunun yeniden kazandırılması konusunda ciddi çalışma yapması gerekmektedir.

     Ayrıca özel tezim olan; “Eğitemediğiniz hiç kimseyi öğretemezsiniz.” Fikrinin ciddi olarak değerlendirilmesi gerekmektedir. Öğrencilerin ve genel olarak ta insanların ulaşmak üzere kurdukları hayalleri vardır. O hayalleriyle yaşar ve hayallerine ulaşmaya çalışırlar. Yakından tanıdığım ve elimizde yetiştirmeye çalıştığımız bir öğrenciden söz etmek istiyorum. Bir çocuk düşünün altı yaşına kadar özel eğitim, konuşma terapisi vb. destekler almış. İlkokula başladıktan sonra da bir öğretmeni ve ablasının okuma alışkanlığından etkilenerek okumaya başlamış, üç-dört yılda binlerce kitap okumuş bir çocuk. Ancak bu çocuğun farklı bir yanı daha var. Bu çocuk Türkiye’nin en küçük yazarı olma unvanına sahip bir çocuk. Yazar olan bir öğretmenini örnek almış, büyük hayaller kurmuş ve bu yazar öğretmenin kısmen desteğiyle kitap çıkarmıştır. Bu kitabını 2022 yılı içerisinde Tüyap Kitap Fuarında görücüye çıkarmış bir öğrenci. Buraya kadar her şey normal akışında giderken yukarıda bahsettiğim hayvan eğitimi ve korunması örneklerinde olduğu kadar okul çevresinden ilgi ve destek görmemiştir. Tüyap Kitap Fuarına katılımı sırasında kendi sınıfı da dahil olmak üzere okulundan bile bir tek kişinin katılım yaparak desteklenmediği bir süreci yaşıyoruz. Bu durum eğitimde yozlaşma değil de nedir acaba? İlçesinde bulunan Milli Eğitim Müdürlüğü’nün bile bilgisi dahilinde midir, bunu da bilmiyoruz. Oysa bu ve bu türden gelecek vadeden öğrencilerin özel eğitimle desteklenmesi gerekmez mi?

     Bir başka örneği de öğretmen açısından vermek isterim: Milyonlarla sayısı bulunan öğretmen camiasından sanırım sayıları binlerle ifade edilen öğretmen yazarlar vardır. Yukarıdaki öğrenci örneğinde olduğu gibi, öğretmen de ne yazık ki aynı kaderi paylaşır oluyor. Öğretmen bir kitap yazar. Yazdığı kitabı gururla önce okul idarecileriyle paylaşır. Sonrasında öğretmen arkadaşlarına sunar. Buraya kadar her şey normal ilerler. Ancak, gel gör ki sürecin devamı olmaz. Öğretmen büyük bir özveriyle yıllarca birikimini kitaba dönüştürür, okuyucuyla buluşturmak ister. Bunun için imza günü vs. organize edilir. İmza günü çok yakın olan iki öğretmen arkadaşının dışında okulundan ne öğretmen ne de üç idarecisinden bir tek kimse katılmaz. İlçesindeki Milli Eğitimden de kimse bu öğretmeni destekleyici tek adım atmaz. Biliyorum ki onlarca buna benzer durum vardır.

Şimdi biraz düşünelim:

Biz toplum olarak ne ara bu kadar duyarsız olduk?

İnsani ilişkiler hayvanlara gösterdiğimiz hassasiyetler kadar değerli değil midir?

Bu yozlaşma ve bozulma neyin eseridir?

Siz, kurduğu hayali daha sekiz on yaşında yıkarsanız; geleceğin gençlerine nasıl hayaller kurduracaksınız?

Kendi camiasında dahi emeğine saygı duyulmayan bir öğretmenin toplumdaki saygınlığını nasıl sağlayacaksınız?

Öğretmenine saygı duymayan bir toplumda öğrenciden ve veliden saygı beklemek normal midir?

Sonuç olarak: Bir mesleğin saygınlığını ancak iyi eğitim almış toplumlarla sağlayabilirsiniz. Gençlerimizin önünü açabilmek için hayallerini gerçekleştirmelerine destek olmak ve olanak sağlamakla mümkündür. Gelin, eğitimi önceleyelim. Herkese olduğu kadar değer ve destek verelim. Birilerinin değirmenine su taşımak yerine, toplumun gereksinimi olan değerleri ön plana çıkaralım. İşte o zaman her şeyi kökten halletmiş olursunuz.

Yaşar GELER

 

Devamı
Koronanın Ekonomik ve Sosyal Boyutu

     Korona denen virüs çağın belası. Tabiri caiz ise, çağın vebası. Tüm yerküreyi kasıp kavuran ve çok büyük sosyal ve ekonomik yıkımlara neden olan bir hastalık. Nereden, kimden ve nasıl gelmişse gelmiş olsun sonuç itibariyle yakıcı ve yıkıcılığı tartışılmaz bir hastalık. Yaklaşık üç yıldır tüm insanlığı peşinden koşturan, kılıktan kılığa giren bir hastalık. Keşke hiç gelmeseydi ve hiç olmasaydı da canımızı bu kadar yakmasaydı.

Geldiğine mi yanalım, gitmediğine mi yanalım?

Canımızı yaktığına mı yanalım?

Canlarımızı yitirdiğimize mi yanalım?

Ekonomik kayıplarımıza mı yanalım?

Sosyal yaşamımızın bittiğine mi yanalım?

Açık hapishane yaşadığımıza mı üzülelim?

O kadar çok soru üretebiliriz ki uzar gider bu sorular.

     Ortaya çıktığından beridir insanların sosyal hayatları kalmadı. Baba oğula, insanlar eşe dosta, yakına akrabaya, arkadaşa, topluma hasret bir yaşam sürülür oldu. Yasaklar koyduk, kısıtlamalar getirdik, toplumsal etkinliklerden uzak durduk her ne yaptıysak olmadı, olmadı. Öyle de görünüyor ki kısa vade de olmayacak. Yani yetkilileri ve uzmanları dinlediğimizde öyle kolay kolay kurtulamayacakmışız gibi gözüküyor. Çünkü sürekli kılık değiştirerek, üreyerek ve türeyerek karşımıza çıkıyor ve bir şekilde bizleri kendisine esir edebiliyor. Tam bir tedavisini, ilacını ya da aşısını bulduk diyoruz hemen başka bir versiyonuyla karşımıza dikiliyor.

     Sosyal etkilerinden birisi de insanların inatçı olmaları, direngen davranmaları ve buna bağlı olarak ta aşıları ve tedavileri kabul etmemeleri. Kabul etmedikleri gibi hem kendilerine hem de yakınlarında bulunan insanlara zarar vermektedirler.

     Şimdi biraz da ekonomik boyutlarına bakalım. Ekonomik olarak sadece insanların bireysel kayıplar yaşamalarının toplumsal kayıplarda yaşanmaktadır. Bu ekonomik kayıpların başında özellikle dünya genelinde aşıya, ilaca ve tedavide kullanılan her türlü ekipmana harcanan giderledir. Bunun dışında işinden olan insan sayısı ve onların yaşadıkları ekonomik kayıplar. Hatta ekonomik kayıplarının yanı sıra psikolojik sorunları da beraberinde yaşamış olmaları acı verici bir durum olsa gerek. Zorunlu kapanma ve kısıtlamalardan dolayı kapanan iş yerleri ve oralarda çalışan milyonların ekonomik kayıpları. Sanayi vb. kuruluşların iş kayıpları ve bunlara bağlı ekonomik girdilerin azalması.

     Yukarıda saydıklarımız yetmiyormuş gibi bir de dünya genelinde çıkan ekonomik krizlerden yansıyan döviz dalgalanmaları, petrol fiyatlarındaki yükselmeler, iş gücü ve üretimin düşmesi, haksız kazanç kapılarının artması, insanların fırsatları ganimete çevirme duygularının güçlenmesi, yoksulun daha yoksul, zenginin daha zengin olmasını da tetiklemiştir korona. İnsanlar var olan güçlerini bile kaybettiler. Aileler dağıldı, çoluk çocuk yabanileşti. Bakalım yarınlar ne getirecek hep birlikte bekleyip göreceğiz.

Yaşar GELER

Devamı
GİDEN YIL, GELEN YIL

İşte bir kocaman yıl daha geride kalıyor.

2022 yılının son gününde dönüp geriye baktığımızda çok ilginç olayların da geride kaldığını görüyoruz.

Her ne kadar geride kalsa da yaşamımıza çok ama çok etki ettiğini biliyoruz.

Etkileri öyle böyle değil, gerçekten çok fazla derin etkileyici oldu.

Sanırım bu etkilerden çok uzun yıllar da kurtulamayacağız.

Bir bakın geriye müthiş bir sağlık sorunuyla birkaç yıldır boğuşup duruyoruz. Öyle görünüyor ki önümüzdeki birkaç yıl daha sürecek bu etkileri.

Milyonlarca insan hayatını kaybetti. Belki bir o kadar insan arızalı duruma geldi.

Bir o kadar insana verilen ilaçların neredeyse tamamının gereksiz kullanım olduğu ve zamanla bunlardan vaz geçildiğini gördük.

Milyarlarca insana verilen onlarca doz aşılardan ve yan etkilerinden bir o kadar insanımız da olumsuz etkilendi. Koruyuculuğu dahi halen tartışılıyor.

Bu illete bağlı olarak da küresel ölçekte ekonomik sorun kasıp kavurdu. Etkilerini belki onlarca yıl daha üzerimizden atamayacağız.

Milyonlarca insan olumsuz ekonominin kıskacından yanıp kavruldu.

Özellikle son beş on yıldır kadın ve çocuk tacizleri ve tecavüzlerini konuşur olduk. İnsanların bir bölümü sapıklık düzeyinde kadın bedeni üzerinden ahlak dışı söylemlerini geliştirdiler. Çocuk gelinler, çocuk tacizleri özellikle bazı kurumlarda sıkıntılı durumlar olarak karşımıza çıktı.

Ne yazık ki toplumun bir kesimi işini gücünü bırakmış sadece kadın bedeni üzerinden fikir yürütmelere başladılar. Hatta hayvanlara kadar inen tecavüz vakaları derinleşti.

Toplumsal kavga ve kargaşalar ayyuka çıktı. Özellikle de göz önünde bulunan ve topluma örnek olması gereken siyasiler ve kamu çalışanlarının şiddete başvurmaları, ağır taciz ve hakaret içeren dil kullanmaları toplumsal gerginliği ayyuka çıkardı. Belki de cumhuriyet döneminde ilk defa bu kadar siyasi gerginliğin yaşandığı dönem olarak tarihin tozlu raflarında yerini aldı.

İçerden ve dışardan yurdumuza kast eden düşmanlar hiç rahat durmadılar. Art arda gelen şehit haberleri, siyasilere saldırılar, sınır komşuları olan ülkelerle bozulan ilişkilerimiz siyasi tansiyonumuzu tavan yaptırdı.

Ülkemizde birçoğunun yetiştirildiği ama yakın zamanda üretmekten vaz geçtiğimiz onlarca gıda maddesinin kıtlık boyutunda piyasadan çekildiğini gördük. Onlarca cumhuriyet kazanımı fabrikalar özelleştirme adı altında devlet envanterinden çıkarılarak işletilemez ve kullanılamaz hale getirildi.

Sağlıkta bina anlamında devrimler yapılırken tesislerin içinde hizmet edecek sağlık personeli kıtlığı yaşanmaya başladı.

Eğitim alanında özellikle son yıllarda yine özel okul adı altında hızlı bir paralı eğitime geçiş yapıldı. Bununla birlikte, salığının etkisiyle de özel/paralı okullarda öğretmen krizleri yaşandı. Birçok veli ve öğrenci mağdur oldu.

Tarım ve hayvancılık alanında yine girdi-gider fazlalığı ve alıcı bulamamaktan kaynaklı bir yığın verimli üretim alanları sistem dışına çıktı. İthalata dayalı bir beslenme konumuna dönüştük. Bununla birlikte de fiyatlar tavan yaptı.

Toplumun alım gücü zayıfladığı için birçok insan açlıkla sınanmış oldu. Özellikle hırsızlık, kapkaç, yasaklı madde satışları, kadın ticareti aldı başını gitti.

Cumhuriyet döneminin kazanımlarından birçoğu yok oldu. Değerler üzerinden siyaset yapılmasına karşın, ahlaki değerlerin çok zayıfladığına tanık olduk. Cumhuriyetin ikinci yüzyılında ona yakışır şekilde planlamaların ve programların yapılması, cumhuriyet ve demokrasinin kazanım olarak kullanılmaya devam edilmesi en büyük dileğimiz olmalıdır.

Özellikle ülkemiz, dünyanın yabancı insan barındıran bir geçici toplanma merkezine dönüştü. Ülkemizin kayda değer çok önemli gelir kaynakları kendi vatandaşımıza verilemezken, yabancılara verilmeye başlandı.

Yol, köprü, tünel, viyadük, hastane, askeri ve savunma alanlardaki önemli atılımlar kayda değer görülürken, bu tip birçok kuruluşun gelir garantili verilmesi ülkemizin ekonomisinin iyice diplere çökmesine neden oldu. Çünkü, vatandaşla verilmesi gerekenler bu tesisleri yapan müteahhitlere verildi.

EYT çıkmazı onlarca yıldır, Demokles’in Kılıcı gibi çalışan kesimlerin boynu üzerinde hazır bekletildi Sonunda iki üç milyon çalışanın kararlı mücadelesi ile çözümlendi.

Öncelerde çalışanların ev sahibi olmaları kolayken, ekonomik krizin derince hissedilmesinden kaynaklı artık hayalinin bile kurulamayacağı noktaya geldi.

Yükselen ev kiraları, kiracı ve ev sahibi ilişkilerini ve dolayısıyla toplumsal barışı bozdu. Buna bağlı olarak da birçok cinayet, yaralama, kavga vb. olayların yaşanılması kaçınılmaz oldu.

Araç sahibi olma hayali bile aklımızın köşesinden dahi geçemez oldu. Ete, süte, peynire, sebzeye ve meyveye erişim altına erişim zorluğuna dönüştü.

Toplumsal ve sosyal çatışmalardan uzak kalınması ve ülkeler arası savaşların barış ortamına dönüşmesi en büyük dileğimiz olsun isteriz.

Gelecek umudumuz olan atanamamış milyonlarca gencimizin atanmış ve iş sahibi olmuş olmasını dileriz. Çünkü gelecek, gençlerin omuzlarında yükselecektir.

Tüm engellilerimizin engellerinin kalkmış olmasını, istihdam sorunlarının çözümlenmiş olmasını dileriz.

Deniz, sular, toprak ve hava kirliliğinin son bulması, tahrip edilen toprakların ve alanların canlılar lehine düzelmesini de dileyelim.

Aslında daha onlarca konu yazılabilir. Ancak, kısaca şunu söyleyerek bitirmek daha yararlı olacaktır. Umut denilen duygunun bile umut olmaktan çıkmış olmasının son bulması, umudun dahi hayalinin kurulmasının uzak olduğu dönemin geride kalması, tüm sorunlarının yeniden ve hızlı bir şekilde çözülmüş olarak gelmesi yeni yıldan umudumuz olsun isteriz.

Yaşar GELER

 

Devamı
DERNEKLER VE SİYASET

 

Bu yazımda dernekçilik, dernek ve siyaset ilişkileri ve dernek etkinlikleri üzerine bir söz etmek istiyorum. Dernekler ya da başka bir deyişle cemiyetler bir nevi mikro milliyetçilik oluşumlarıdır. İnsanlar, belli bir amaç doğrultusunda bir araya gelerek o amacı gerçekleştirmek üzere değişik faaliyet alanlarında çalışmalar yaparlar.

Özellikle de yöre dernekçiliğinde bir arada olan insanların temel amacı birlikte olma, yardımlaşma ve dayanışma sağlamaktır. Bu yaparken özellikle yakın aile ilişkileri, komşular, köylüler, aynı ilçeliler ve aynı ilden oluşumlar ortaya çıkar. Bir zamanların önde kuruluşlarıydı bu türden dernekler. Çünkü, köylerinden kente göç etmiş insanların yalnız psikolojisinden kurtulmak, sosyalleşmek ve gerektiğinde yardım ve destekler almak üzere birlikteliğe gereksinimleri olmuştur. Bu durum uzun yıllar iyi bir şekilde süregelmiştir. Daha sonra ortaya siyaset yapan insanlar çıkmış ve doğal olarak da yakın çevreleri olan derneklerden yardım ve destekler almak için uğraşmışlardır. Hatta dernekler ve yakınındaki insanlar bu türden tanıdık çevrelerindeki siyasetçilere desteklerini de göstermişlerdir. Halen de bu ilişkiler aynı düzeyde belki de daha fazla ileri boyutta sürmektedir.

Şimdilerde biraz da seçim atmosferine girildiği bu günlerde yine değişik dernek oluşumları yapılmakta ve siyasilerin dernek ziyaretleri ve ilgileri artmış olarak görülmektedir. Hatta uyanık bazı siyasetçiler derneklere; sizler siyaset üstü kurumlarsınız, sizler siyasetten uzak durmalısınız. Sizler çok değerlisiniz vs. gibi söylemlerle dernekleri siyasetin uzağında tutmaya çalışmaktadırlar. Ama şöyle de bir söylemde bulunuyorlar: Evet, sizler siyaset üstüsünüz, siyasetle uğraşmayın, dernekleri siyasete basamak etmeyin ama siz sadece oy deposunuz, bize oy verin. Yani sizin misyonunuz sadece oy vermek olmalı. Seçilmek olmamalı. Evet, dernekler siyaset üstü kurumlardır. Hatta siyasete direk müdahale edebilecek, oraya kendi temsilcisini ya da adayını sokabilecek düzeyde siyaset üstü kurumlar olmalıdır.

Bu türden yaklaşımlar, dernekleri kendilerine ayak işlerinde kullanılabilecek bir yer, oradaki insanları da kolayca kendi emirlerinde kullanabilecekleri insanlar olarak görüyorlar. Sevgili ve değerli siyasetçiler; yetmişli yılların dernekçiliği bitmiştir. Kimse sizlerin emir erleriniz değildir. Sizin her ne kadar seçme ve seçilme hakkınız var ise, dernek yönetici ve üyelerinin de bir o kadar seçme ve seçilme hakları vardır. Madem dernekler basamak olarak kullanılmayacaksa sizler neden derneklerin kapısını aşındırıyorsunuz? Dernekleri oy deposu, dernekçileri emir eri, üyeleri de her istediğinizi yapan kapı kulları olarak göremezsiniz.

Her dernek üyesi ve yöneticisi en az sizin kadar siyaset yapmaya da seçmeye de seçilmeye de uygun insanlardan oluşmaktadır. Uyanıklık yapıp ta sen şu üstüsün bu üstüsün sen çok önemlisin vs. gibi aldatıcı ve oyalayıcı söylemlerden ve eylemlerden uzak durunuz. Siz her ne kadar siyasetle uğraşırken işinizi, gücünüzü, ticaretinizi, görevlerinizi bırakmıyorsanız dernekçilerden de uzak durmalarını isteyemezsiniz. Her yetkin ve liyakatli dernekçi de bal gibi siyasetini de yapar, dernekçiliğini de. İşte o zaman derneklere siyaset üstü etiketini yapıştırabiliriz.

Oy ver, siyaset yapma.

Beni seç ama sen sakın seçilme.

Ben hep burada olayım ama sen sakın ortalarda gözükme.

Ben konuşayım, sen sakın ağzını açma sadece dinle.

Ben hep isteyeyim, alayım ama sen hep ver.

Benim dediklerimi yap, sakın fikrini söyleme.

Ben akıllıyım, sen düşünme. Senin yerine de ben düşünürüm.

Siyasetçi gelecek dernekte siyaset yapacak, dernekçi kendi evinde siyaset yapamayacak. O zaman, derneklerde ne işiniz var kardeşim. Gidin, siyasetinizi partilerinizde, sokaklarda vs. yapın.

Oh ne âlâ memleket. Zaten başımıza ne geldiyse hep koşulsuz itaatten gelmedi mi!

Şimdi gelelim derneklerin faaliyetlerine: Özellikle yöre dernekleri amaçlarına uygun faaliyetler yaparlar. Bunu yaparlarken de hem kamuya hem siyaset kurumlarına güç mesajları vermeye çalışırlar. Bu gayet doğal bir durumdur. Çünkü kendilerinin dikkate alınmalarını isterler. Her dernek gayet normal bir şekilde faaliyetlerini gerçekleştirsinler ve kendi varlıklarını hissettirsinler. Bunda bir sorun yok. Ama bakıyoruz dernekler geceler organize ediyorlar. Yer kiralıyorlar, yemek yaptırıyorlar, içecek vs. veriyorlar. Sanatçılar çağırıyorlar. Genel işleyiş bu yönde. Ancak, her dernek aynı masrafı yapıyor. Her dernek ayrı bir yeri kiralıyor. Ayrı bir mutfakta yemek yapıyor. Ayrı ayrı sanatçılar çıkarıyorlar. Her birinin ayrı bir masrafı oluyor. Birçoğu da bu etkinliklerden zarar ediyorlar.

Şimdi açık bir önerim var: Yüz derneğin etkinlik yaptığını varsayalım. Yüz ayrı mekân tutacağına tek bir yer tutun, yüz ayrı mutfak kullanacağına tek bir mutfak kullanın. Yüz ayrı sanatçı getireceğine birkaç tane sanatçı getirin. İnanın toplu organizasyonda masraflarınız yarının da altına düşer. Her dernek sattığı davetiye kadar kazançtan pay alsın. Hem de kamuya ve siyasete on binlerin gücünü göstermiş olun. O zaman bakalım sizi dikkate almayan kamu ya da siyaset kurumu olabilecek mi?

Bu organizasyon için de herhangi bir kulübün stadyumunu, Yenikapı’daki miting alanını ya da Maltepe’deki miting alanını kullanın. Bakalım hangi Büyükşehir Belediyesi ya da ilçe belediyeleri size destek vermeyecekler. Masraflarınızı sıfırlamış olursunuz. Ayrıca, mali anlamda zor durumda olan, kiralarını ödeyemeyen dernekler için en kârlı yöntem olsun.

Bunun başarılabilmesi için de köy derneklerinden başlayarak, ilçe dernekleri, il dernekleri ve federasyonlarla çok özel bir çalıştay ya da çalışma yapılabilir. Federasyon bu konuda inisiyatif almalı, bu gece yapma kargaşasından da kurtulmalıdırlar.

İşte size siyaset üstü dernekçilik…

Yaşar GELER

 

Devamı
DERNEKLER VE SİYASET

 

Bu yazımda dernekçilik, dernek ve siyaset ilişkileri ve dernek etkinlikleri üzerine bir söz etmek istiyorum. Dernekler ya da başka bir deyişle cemiyetler bir nevi mikro milliyetçilik oluşumlarıdır. İnsanlar, belli bir amaç doğrultusunda bir araya gelerek o amacı gerçekleştirmek üzere değişik faaliyet alanlarında çalışmalar yaparlar.

Özellikle de yöre dernekçiliğinde bir arada olan insanların temel amacı birlikte olma, yardımlaşma ve dayanışma sağlamaktır. Bu yaparken özellikle yakın aile ilişkileri, komşular, köylüler, aynı ilçeliler ve aynı ilden oluşumlar ortaya çıkar. Bir zamanların önde kuruluşlarıydı bu türden dernekler. Çünkü, köylerinden kente göç etmiş insanların yalnız psikolojisinden kurtulmak, sosyalleşmek ve gerektiğinde yardım ve destekler almak üzere birlikteliğe gereksinimleri olmuştur. Bu durum uzun yıllar iyi bir şekilde süregelmiştir. Daha sonra ortaya siyaset yapan insanlar çıkmış ve doğal olarak da yakın çevreleri olan derneklerden yardım ve destekler almak için uğraşmışlardır. Hatta dernekler ve yakınındaki insanlar bu türden tanıdık çevrelerindeki siyasetçilere desteklerini de göstermişlerdir. Halen de bu ilişkiler aynı düzeyde belki de daha fazla ileri boyutta sürmektedir.

Şimdilerde biraz da seçim atmosferine girildiği bu günlerde yine değişik dernek oluşumları yapılmakta ve siyasilerin dernek ziyaretleri ve ilgileri artmış olarak görülmektedir. Hatta uyanık bazı siyasetçiler derneklere; sizler siyaset üstü kurumlarsınız, sizler siyasetten uzak durmalısınız. Sizler çok değerlisiniz vs. gibi söylemlerle dernekleri siyasetin uzağında tutmaya çalışmaktadırlar. Ama şöyle de bir söylemde bulunuyorlar: Evet, sizler siyaset üstüsünüz, siyasetle uğraşmayın, dernekleri siyasete basamak etmeyin ama siz sadece oy deposunuz, bize oy verin. Yani sizin misyonunuz sadece oy vermek olmalı. Seçilmek olmamalı. Evet, dernekler siyaset üstü kurumlardır. Hatta siyasete direk müdahale edebilecek, oraya kendi temsilcisini ya da adayını sokabilecek düzeyde siyaset üstü kurumlar olmalıdır.

Bu türden yaklaşımlar, dernekleri kendilerine ayak işlerinde kullanılabilecek bir yer, oradaki insanları da kolayca kendi emirlerinde kullanabilecekleri insanlar olarak görüyorlar. Sevgili ve değerli siyasetçiler; yetmişli yılların dernekçiliği bitmiştir. Kimse sizlerin emir erleriniz değildir. Sizin her ne kadar seçme ve seçilme hakkınız var ise, dernek yönetici ve üyelerinin de bir o kadar seçme ve seçilme hakları vardır. Madem dernekler basamak olarak kullanılmayacaksa sizler neden derneklerin kapısını aşındırıyorsunuz? Dernekleri oy deposu, dernekçileri emir eri, üyeleri de her istediğinizi yapan kapı kulları olarak göremezsiniz.

Her dernek üyesi ve yöneticisi en az sizin kadar siyaset yapmaya da seçmeye de seçilmeye de uygun insanlardan oluşmaktadır. Uyanıklık yapıp ta sen şu üstüsün bu üstüsün sen çok önemlisin vs. gibi aldatıcı ve oyalayıcı söylemlerden ve eylemlerden uzak durunuz. Siz her ne kadar siyasetle uğraşırken işinizi, gücünüzü, ticaretinizi, görevlerinizi bırakmıyorsanız dernekçilerden de uzak durmalarını isteyemezsiniz. Her yetkin ve liyakatli dernekçi de bal gibi siyasetini de yapar, dernekçiliğini de. İşte o zaman derneklere siyaset üstü etiketini yapıştırabiliriz.

Oy ver, siyaset yapma.

Beni seç ama sen sakın seçilme.

Ben hep burada olayım ama sen sakın ortalarda gözükme.

Ben konuşayım, sen sakın ağzını açma sadece dinle.

Ben hep isteyeyim, alayım ama sen hep ver.

Benim dediklerimi yap, sakın fikrini söyleme.

Ben akıllıyım, sen düşünme. Senin yerine de ben düşünürüm.

Siyasetçi gelecek dernekte siyaset yapacak, dernekçi kendi evinde siyaset yapamayacak. O zaman, derneklerde ne işiniz var kardeşim. Gidin, siyasetinizi partilerinizde, sokaklarda vs. yapın.

Oh ne âlâ memleket. Zaten başımıza ne geldiyse hep koşulsuz itaatten gelmedi mi!

Şimdi gelelim derneklerin faaliyetlerine: Özellikle yöre dernekleri amaçlarına uygun faaliyetler yaparlar. Bunu yaparlarken de hem kamuya hem siyaset kurumlarına güç mesajları vermeye çalışırlar. Bu gayet doğal bir durumdur. Çünkü kendilerinin dikkate alınmalarını isterler. Her dernek gayet normal bir şekilde faaliyetlerini gerçekleştirsinler ve kendi varlıklarını hissettirsinler. Bunda bir sorun yok. Ama bakıyoruz dernekler geceler organize ediyorlar. Yer kiralıyorlar, yemek yaptırıyorlar, içecek vs. veriyorlar. Sanatçılar çağırıyorlar. Genel işleyiş bu yönde. Ancak, her dernek aynı masrafı yapıyor. Her dernek ayrı bir yeri kiralıyor. Ayrı bir mutfakta yemek yapıyor. Ayrı ayrı sanatçılar çıkarıyorlar. Her birinin ayrı bir masrafı oluyor. Birçoğu da bu etkinliklerden zarar ediyorlar.

Şimdi açık bir önerim var: Yüz derneğin etkinlik yaptığını varsayalım. Yüz ayrı mekân tutacağına tek bir yer tutun, yüz ayrı mutfak kullanacağına tek bir mutfak kullanın. Yüz ayrı sanatçı getireceğine birkaç tane sanatçı getirin. İnanın toplu organizasyonda masraflarınız yarının da altına düşer. Her dernek sattığı davetiye kadar kazançtan pay alsın. Hem de kamuya ve siyasete on binlerin gücünü göstermiş olun. O zaman bakalım sizi dikkate almayan kamu ya da siyaset kurumu olabilecek mi?

Bu organizasyon için de herhangi bir kulübün stadyumunu, Yenikapı’daki miting alanını ya da Maltepe’deki miting alanını kullanın. Bakalım hangi Büyükşehir Belediyesi ya da ilçe belediyeleri size destek vermeyecekler. Masraflarınızı sıfırlamış olursunuz. Ayrıca, mali anlamda zor durumda olan, kiralarını ödeyemeyen dernekler için en kârlı yöntem olsun.

Bunun başarılabilmesi için de köy derneklerinden başlayarak, ilçe dernekleri, il dernekleri ve federasyonlarla çok özel bir çalıştay ya da çalışma yapılabilir. Federasyon bu konuda inisiyatif almalı, bu gece yapma kargaşasından da kurtulmalıdırlar.

İşte size siyaset üstü dernekçilik…

Yaşar GELER

 

Devamı
ALTILI MASANIN ADAYI KILIÇDAROĞLU OLMALIDIR

     Altılı masanın adayı Kılıçdaroğlu olmalıdır. Gerçi altılı masanın adayı da zaten Kılıçdaroğlu’dur. Doğal olarak nereden çıktı diyeceksiniz? Yani bir vatandaş olarak kendi anlayışımdan ve devleti yönetmesi gereken birisinin liyakatinden dolayı diyebilirim.

     Kılıçdaroğlu’nun dini, mezhebi, etnik kökeni, inancı vs. beni hiç mi hiç ilgilendirmiyor.

Beni ilgilendiren yanı, insan mı, insancıl mı?

Liyakatli mi?

Yetkin mi?

Yukarıda saymış olduğum kriterler mevcutsa yeterlidir diye düşünüyorum.

Hatta Kılıçdaroğlu gibi binlerce de insan vardır. Hem Millet İttifakında hem de Cumhur İttifakında. Hatta bu iki ittifak dışında kalan kesimlerin içerisinde.

O zaman neden Kılıçdaroğlu olması gerektiğini açıklayalım:

Kılıçdaroğlu, saf ve temiz bir Anadolu çocuğu.

İyi bir aile reisi.

Devlet terbiyesi almış ve devlete hizmet etmiş devlet memuru bir ailenin çocuğu.

İyi bir ekonomist, hesap uzmanı çünkü alanı İktisat.

İyi bir eğitim almış ve alanında uzmanlaşmış bir devlet adamı.

Devletin maliyesinde hizmet etmiş bir devlet memuru.

Genel müdürlük, müsteşar yardımcılığı, yönetim kurulu üyelikleri yapmış iyi bir yönetici.

İki bin iki yılından itibaren aktif siyasetin içine girmiş, yirmi yıllık bir siyasetçi.

İki bin on yılından itibaren Cumhuriyet Halk Partisinin Genel Başkanı.

Ne devletteyken ne de siyasetteyken adı hiçbir şaibeye karışmamış.

Akli melekeleri yerinde ve gayet sağlıklı bir insan.

Adalet duygusu ön planda olduğu için yaklaşık altı yüz kilometrelik Adalet Yürüyüşü gerçekleştirmiş.

Siyasi yaşamı sırasında birçok kez bedel ödemiş.

Üst düzey güvenlikli Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde 8 Nisan 2014 tarihinde yumruklu saldırıya maruz kalmış.

26 Ağustos 2016 tarihinde Artvin’in Şavşat İlçesi’nde PKK tarafından roketli saldırıya uğramış.

21 Nisan 2019 tarihinde Ankara’nın Çubuk İlçesi’nde organize bir linç girişimine maruz kalmış ve sağ kurtulmuş.

Yaşını problem edenlere de şunu hatırlatmak gerek. Aslında ben de devleti yönetenlerin yaş sınırının devlet memurluğunda olduğu gibi altmış beş yaşla sınırlı kalmasından yanayım. Ancak, mevcut yasalara göre okur yazar olmak ve yaş sınırı olmaksızın siyaset yapılabildiğine göre, yaş sınırı olmaksızın bakan, cumhurbaşkanı vb. görevlerde bulunulabildiğine göre Kılıçdaroğlu’nun da bulunmasında şu an bir yanlışlık yok.

Ayrıca, siyasi etik kuralları gereği de bu böyle olmalı. Çünkü, demokratik siyasetin önünü açmak için partisi adına da çok özel fedakârlıklar yapmış ve vefa örneği olmuştur.

Şu anki yasalara göre Partili Cumhurbaşkanlığı Sistemine göre cumhurbaşkanının siyasetten gelmesi normalse, bu anlamda bulunduğu masanın en büyük ortağı da Kılıçdaroğlu olduğuna göre adaylığının da gayet normal olarak kabul görmesi gerekir.

Ayrıca, İmamoğlu davasından sonra altılı masa değil Türkiye masası oluşmuş gibi gözüküyor. Yani Kılıçdaroğlu artık Cumhur İttifakı dışında kalan tüm muhalefetin ortak adayı durumuna gelmiştir. Yani olay altılı masayı aşmış çok geniş sayılı masa durumuna dönüşmüştür.

Kılıçdaroğlu’nun partisi yaklaşık yüzde otuz, yüzde kırk bandına geldiğine göre yüzde bir kaçlarda bulunan masa ortaklarının da buna siyasi etik gereği koşulsuz destek vermeleri gerekir. Çünkü, bu yönetimden kurtulmak isteniyor ve ikinci yüz yıla yeni bir vizyonla girilmek isteniyor ise, altılı masanın koşul koyma gibi bir lüksü yoktur.

İşte, bu yüzden diyorum ki, “dürüstlükse dürüstlük, eğitimse eğitim, liyakatse liyakat, deneyimse deneyim” altılı masanın adayı Kılıçdaroğlu olmalıdır.

Zaten zaman daralıyor. Sanırım yakın zamanda da bu şekilde açıklanacaktır. Ne derler; “Sabah ola, hayır ola.” bekleyip göreceğiz.

Devamı
HAK,HUKUK,ADALET

Hak, hukuk, adalet!

Yaşamımızda en çok duyduğumuz üçlü olsa gerek.

İşçi greve çıkar, sloganı “hak, hukuk, adalet” olur.

Memur eylem yapar, sloganı “hak, hukuk, adalet” olur.

Siyasi partiler miting yapar, sloganları “hak, hukuk, adalet” olur.

Bir kişi ya da herhangi bir STK, kurum vs. haksızlığa uğrar, sloganı “hak, hukuk, adalet” olur.

Bir kadın tacize ya da tecavüze uğrar, o ve destekleyen grupların sloganı “hak, hukuk, adalet” olur.

Herhangi bir kazada birileri yaşamlarını yitirir, onun çevresinin mesajı “hak, hukuk, adalet” olur.

Bir hayvana şiddet uygulanır, toplanan hayvanseverler hep bir ağızdan “hak, hukuk, adalet” diye bağırırlar.

Herhangi bir yerde ağaç katliamı yapılır, çevreciler “hak, hukuk, adalet” diye haykırırlar.

Herhangi bir su kaynağı atıklarla kirletilir, yine hep bir ağızdan “hak, hukuk, adalet” diye seslenilir.

Fabrikalar havaya zararlı gazları bırakır, oksijenimiz bitiyor, toplanan ilgililer “hak, hukuk, adalet” diye feryat ederler.

Çünkü insan, hayvan, bitki, çevre, hava, su hepsi de canlı yaşamını ilgilendiren konular. Sağlıklı bireylerin var olması için gerekli olan şartlardır yukarıda saymış olduğum konular. Ayrıca, insanın bir de sağlıklı bir psikolojik ve sosyal yaşam sürmesi gerekli ki, onun içinde “hakka, hukuka ve adalete gereksinimi vardır.

Bu seçenekleri çokça sıralayabiliriz. Demek ki toplumsal olarak hakka, hukuka ve adalete çok ihtiyacımız var. Yani bu sloganın söylenmesine gerekçe oluşturuyor hakkın, hukukun ve adaletin çiğnenmiş ya da uygulanmamış olması.

Hak, insanın yaşam biçimini oluşturan kazanımlar olarak kabul edilebilir.

Hukuk, toplumu düzenleyen kurallar bütününü konu edinen bir bilim dalıdır.

Adalet ise, hakka ve hukuka uygun olmak, doğruluktan ayrılmamak her türden canlının hakkını ve hukukunu korumak demektir.

İşte sorun tam da buradadır. Adaleti temsil eden bir figür vardır adalet kurumlarının bahçesinde. Elinde terazi olan bir insan. O terazi ki doğru tartmalı ve her iki kefenin de aynı düzeyde kalmasını sağlamalı. Şayet terazinin ayarını bozarsanız ve bir tarafı ağır tartmaya başlarsanız işte felaketi getirdiniz demektir. Dün birisine uygulanan yanlış tartma, bugün bana, yarın da mutlaka ki sana uygulanacaktır. -Nasılsa ben sıramı savdım, benden sonra kime ne uygulanırsa uygulansın- diye düşünürseniz, sizin temsil ettiğiniz kitlelere hiçbir yararınız olmayacak sadece kendinizi düşündüğünüzü gösterecektir.

Toplumu temsil eden her kesimin liderlerine ya da yöneticilerine şöyle bir şey söylemekte yarar vardır. Yaptığınız her şeyi ve her hamleyi akıl süzgecinizden iyice süzün. Yararlı olanları topluma uygulayın ki hep var olasınız. Zararlı olanları uyguladığınızda en yakın çevreniz bile bir süre sonra sizden ve sizin fikirlerinizden sıkılacak ve inanın ki sizleri yalnız bırakacaktır.

Bu düşüncenin sağı, solu, ilericisi, gericisi, demokratı, cumhuriyetçisi, laiki, dincisi, türkü, kürdü, lazı, çerkezi vs. i yoktur. Bu düşünce toplumun her kesimini en yakından ilgilendiren bir düşünce sistemidir. İşte tam da bu yüzden diyoruz ki; “HAK, HUKUK, ADALET”.

Yaşar GELER

Devamı
MİSYONUNU YİTİRMİŞ KAI’LER SON BULMALI

KAI (KARS-ARDAHAN-IĞDIR), 1992 yılından sonra ortaya çıkmış bir hemşeri dayanışma.  Anadolu insanı duygularını ön plana koyan, maneviyatını en uç noktalarda yaşayan ama bir o kadar da mantıklı hareket hareketidir etmesini bilen insan topluluğunun yaşadığı bir yerdir.

     Anadolu derken doğaldır ki ülkenin her köşesi Anadolu’dur. Mustafa Kemal’in büyük zorluklar ve sıkıntılarla küllerinden yarattığı ve Misak-ı Milli Sınırları içerisinde kalan her nokta Anadolu’dur. Ancak, ben bu yazımda Anadolu derken Anadolu’nun en uç noktalarından Ülkenin Kuzey Doğusundan söz ediyorum. O sınır bölgesi öyle böyle zorluklar çekmemiş. Kolay vatan olmamış. Kırk beş yıl kadar Rus işgali altında kalmış. Her türlü ihanete ve baskıya hatta soy kırıma maruz kalmış bir noktası Anadolu’nun.

     Evet, Kars-Ardahan-Iğdır üçgeninden ve bu yörelere ait sivil toplum hareketinden söz edeceğim. Malum 1992 yılına kadar Kars il, Ardahan ve Iğdır’da Kars’ın ilçeleri olarak siyasi ve idari yapıyla gelmiştir. Gerçi daha öncelerde 1921’lerde Ardahan’ın il olması vs. de var ama o kadar gerilere gitmek istemiyorum. Yakın tarih 27 Mayıs 1992 tarihini milat olarak alıyor ve o tarihten itibaren olan süreci irdeleyeceğim.

     1992 yılında ülkenin yeniden siyasi ve idari yapılanması ile çeşitli iller oluştu. Bunlardan ikisi de Ardahan ve Iğdır’dır. Yani Kars ili üçe bölündü ve üç yeni il ortaya çıktı. Bununla beraber daha önce ilçe olan bu iller doğal olarak il statüsü alınca çeşitli kamu kurum ve kuruluşları oluşmaya ve sivil inisiyatifler de gelişmeye başladı. İşte tam da bu sıralarda özellikle İstanbul, Ankara, İzmir, Bursa, Kocaeli gibi illerde yoğun yaşayan Kars, Ardahan ve Iğdır camiası ilk birlikteliğin verdiği duyguyla en azından gönül bağlarımız kopmasın diye STK çatıları altında hemşeri dayanışmaları sağlayarak KAI denilen Kars-Ardahan-Iğdır Derneklerini kurdular. Hatta daha sonraki süreçlerde KAI Federasyonları bile kuruldu. Hakkını yemeyelim bu dernekler sayesinde çeşitli siyasi liderler çıktı, mecliste temsiliyet ve özellikle belediyelerde söz sahipliği vs de sağlanmıştı.

     Bu şekilde yürüyen STK yapısı doğaldır ki, belli bir süre sonra Ardahan ve Iğdır’ın da il kimliğini kazanması ve kendi ayakları üzerinde durması gereken yapılar oluşmasını kendiliğinden getirdi. Çünkü, şöyle de bir inanç vardı: Evet, biz il olduk ama hala Kars’ın egemenliğinden ve etkisinden kurtulamıyor ve kendi istek ve taleplerimizi ön plana çıkaramıyoruz. O halde ne yapalım, misyonunu yitirmiş ve etkinliği azalmıştı. Hatta bazı siyasi hesap sahiplerinin etkisinde kalmış olması artık bardağı taşıran son damla olmuştu. Ha bu arada hala bu hesaplarla toplumsal ve siyasi mühendislik yapmaya kalkanlar yok mu var. Bu bir kenarda dursun.

     Yaklaşık 2005-2006 yılları olacak Ardahan camiası kendi öz benliğini oluşturma ve siyasi ve STK alanında kendi gücünü ve etkinliğini gösterebilme adına nüfus yoğunlukları olan bölgelerde önce dernekler oluşturmaya sonrasında da 2009-2010 yıllarında Federasyonlaşmaya gitti. Ardahan dernekleri biraz sancılı da olsa bir araya gelerek Ardahan Dernekler Federasyonu’nu ARDA-FED’i kurdular. Bu hareketin öncü kuvvetinde ben de vardım ve bu çalışmayı Mehtap Kılıç ve Cevat Çoşkun bizzat örgütledik. Evet, yaklaşık 10-12 yıl olmuş STK kimlik kazanım süresi. Bu kadar zaman geçmiş olmasına rağmen hatta neredeyse Ardahan Derneklerinin büyük çoğunluğunu bünyesinde bulundurmasına rağmen halka KAI dernekçiliğinin etkisinden kurtulamamışız.

       Az önce sıraladığım büyük metropollerde Ardahan Dernekler Federasyonu var iken. Hala aynı metropollerde sözüm ona Kars-Ardahan-Iğdır Dernekleri ve Federasyonlarını diri tutma gayreti içerisinde oluyorlar. Bu gayretin aslında o illerin tanıtımı, gelişmesi ve büyümesine ya da siyasi etkinliğine hiçbir katkısı olmuyor. Sadece bu kuruluşları ayakta tutarak kendi siyasi çevrelerine “Bak ben bu kadar büyüğüm. Benim arkamda üç ilin kitlesi var. Beni dikkate almak zorundasınız falan… gibi” mesajlar verilmeye çalışılıyor. Bu blöfü, mesaj verilen o çevreler yiyor mu? Bilinmez ama az da olsa yiyenlerin olduğunu düşünüyorum. Ancak, çoğunlukla yenmediğini ve o mesajı vermeye çalışanların da komik duruma düştüklerini hatta kendi camiaları içerisinde bile kabul görmediklerini söylemeden geçemeyeceğim. Bu işlerin başka bir zor yanı da var. Sonuçta bu organizasyonu yapan insanlar Kaslı, Ardahanlı ve Iğdırlı hemşerilerimiz. Ve doğaldır ki herkesi davet ediyorlar. Camia küçük olduğu için de herkes biri birini tanıyor. Şimdi gitsen bir dert gitmesen başka bir dert. Yani o” aşağı tükürsen sakal, yukarı tükürsen bıyık” misali gerçekten insanlarımızı da iki arada bir derede bırakmayın. Her ilin kendi günlerine tüm ülkenin illerini ve insanlarını davet edin. Doğal olanı da kendi kültürünüzü bilmeyenlere aktarmak olacaktır.

     Şimdi bir bakıyorsun; bir Ardahan derneği ya da federasyonu kalkıyor Kars-Ardahan-Iğdır Günleri organize ediyor. Ya da bir bakıyorsun Kars Ardahan Iğdır dernekleri bir bakıyorsun bir ilin adına başka bir organizasyon yapıyor. Özellikle tanıtım günleri çok komik duruyor. Kars- Ardahan-Iğdır Dernekleri ya da federasyonları üç ile ait bir tanıtım günleri organize ediyor. Arkasından Ardahan Dernekleri ya da federasyonları bir ya da iki ay sonra kendi ili adına bir tanıtım günleri organize ediyor. Hani derler ya “bu ne perhiz, bu ne lahana turşusu”. Tam da bu misal ve çok komik ve çok kötü bir durum.

     Şimdi, burada asıl iş Tanıtım Günleri için yer ve imkân sunan Büyükşehir veya ilçe belediyelerine düşüyor. Değerli Belediyeler, Belediye Başkanları lütfen bu duruma fırsat vermeyiniz. Bir ile iyilik yapmak ve destek olmak istiyorsanız, o ilin kimliğiyle muhatap olun. Kars-Ardahan-Iğdır oluşumları artık suni oluşumlardır ve ömrünü tamamlamıştır. Vereceğiniz hizmetleri tek il adına vermelisiniz. İkinci mesajım da Kars-Ardahan-Iğdır valiliklerinedir. Sayın Valiler, tanıtım günleri tek bir ilin olur. Kendi ilinizin dernek ve federasyonlarını dikkate alın lütfen. Bir başka sözüm de o illerin belediye, kültür vb. kurum ve kuruluşlarınadır. Sizlerde bu tür üç il etkinliklerine katkı sunmayın, destek olmayın. Sadece kendi ilinizi ilgilendiren organizasyonları destekleyin. Son sözüm de dernekçi arkadaşlarımadır. Değerli arkadaşlar, ömrünü ve misyonunu tamamlamış organları artık sonlandırma zamanı gelmiştir. Kendi illerinizin derneklerinde ya da federasyonlarında aktif görev alın ve rol oynayın. Toplum çalışanı görüyor. Ha günümüzde her ne kadar ahde vefa duygusu kalmamış olsa da geçmişi, geçmişi hizmetleri ve emekleri bir anda silip atsalar da toplum onları da görüyor ve biliyor.

Sonuç olarak; KAI’ler/ KARS-ARDAHAN-IĞDIR DERNEKÇİLİĞİ misyonunu tamamlamıştır. Bu oluşumlardan vaz geçilmeli ve Kars Dernekçiliği, Ardahan Dernekçiliği ve Iğdır Dernekçiliği üzerine kafa yormalı ve bu gerçekçi oluşumlarda yerimizi almalıyız. Tabi ki Karslı, Ardahanlı ve Iğdırlı her birey birbirine gönül bağı ile bağlıdır. Aidiyet duygumuzu da yitirmeden akrabalık ve dostluk bağlarımızı koparmadan insani ilişkiler içerisinde yaşamlarımızı sürdürmeliyiz.

Yaşar GELER

 

Devamı
PATRON MUYUZ?

 

Patron kim?

Patron muyuz?

Patron biz miyiz?

Patron sizsiniz!

Dikkat ediyorum Selçuk Tepeli FOX TV de haber sunumuna başladığı günden beri özellikle toplumsal olayları ya da sorunları irdelerken sonuç olarak halka hitaben “PATRON SİZSİNİZ” cümlesini tekrarlar durur.

Bunun üzerine sürekli bir düşünme ve anlama halindeyim ve kendime bu soruları sormadan edemiyorum.

Bu adam kime ne demek istiyor?

Sürekli aynı cümleyi tekrar etmesine karşın bir etki gösterebiliyor mu?

Ve kendimce bir analiz yaptım. Şimdi piyasaya bakıyorum. Halk sıkıntı ve perişanlık çekiyor. İyi güzelde buna bir tepki koyabiliyor mu? Bakıyorum ve ortaya “HAYIR” cevabı çıkıyor.

Herkes iş vereninden ya da çalıştığı ortamdan rahatsız, iş gelirinden memnun değil ve iş garantisinden tedirgin, buna karşın ne yapabiliyor? Hiçbir şey yapamadığını görüyorum. Çünkü, herhangi bir durumda işsiz kalacağı kesin. Susuyor.

Halk, seçmiş olduğu vekiline rahat ulaşabiliyor mu? Çoğunlukla, “hayır”. Vekiline ulaşmak ne mümkün seçildiği günden itibaren seçim bölgesine uğramayan onlarca vekil. Oysa ki, asıl olanın etkili olması gerekirken hatta asıl olana ulaşmanın mümkün olmaması gerekirken burada tam tersi uygulanıyor. Doğal olarak asılın, istediği anda vekilini azletme gibi hakkı var. Ama yapmayı bir yana bırakın düşünmesi bile mümkün değil.

Özellikle kamu ya da özel sektörde çalışanlar hakları korunabilsin diye örgütlenmişler. Bunların adına da sendika ya da dernek denmiş. İşlerini de yürütmeleri için bir yönetim kadrosu seçmişler. Zatı muhteremlere yöneticilik vasfı verildi ya bir kere, artık onları tutmak ne mümkün. Asıl olan emekçi kesimini unutup kamu ya da özel sektör patronlarına yaranabilmek ve o koltuklarını koruyabilmek adına emekçinin hak ve hukukunu unuttur olmuşlar. Hatta bunları o temsil ettikleri kesimlerin gözlerinin içine baka baka, kameralar karşısında bile gösterebilme cesaretlerini gösterebilmektedirler.

Bu tür örnekleri hemen hemen her alanda görebilmemiz mümkün. Peki, Selçuk Tepeli’nin deyimiyle “PATRON SİZSİNİZ” derken gerçekten patron vatandaş mı acaba?

Vatandaş gerçekten patron olabilme beceri ve refleksini gösterebiliyor mu?

Patron olan bir vatandaş, kendisine vekil olarak seçtiği birisinin karşısında iki büklüm olur mu?

Patron olan vatandaş, kendisine vekil olarak seçmiş olduğu birisine şu işimi hallet diye yalvar yakar olur mu?

Selçuk Tepeli, gerçekten patron biz miyiz?

Yoksa biz gerçekten bir çaresizliğin içerisinde debeleniyor muyuz?

Yaşar GELER

Devamı
5 ARALIK GÜNLERİMİZ

5 ARALIK GÜNLERİMİZ

Neredeyse yılın üç yüz altmış beş gününün her birini bir gün olarak kutluyoruz. Bu bazen öyle bir hal alıyor ki, bir gün değil birkaç günü aynı günde kutluyoruz. İşte 5 Aralık günüde bunlardan birisidir diyebiliriz. Şöyle sosyal medya ve internet ağlarına bir göz atayım dedim. Dolayısıyla en doğru bilgi alma merkezinin Google amca olduğunu da varsayarak yapmış olduğum araştırma ve edindiğim bilgiler aşağıdaki gibidir.

Bu günlerden birincisi ve benim için hatta belki de toplumumuz için çok daha önemli olan günlerden birisidir diyebiliriz. Çünkü bugün öyle bir günkü dünya devletlerinde kutlanmadan hatta verilmeden önce Büyük önderimiz Gazi Mustafa Kemal Atatürk tarafından Türk Kadınına verilmiş bir gündür. Şöyle ki, 5 Aralık 1934 tarihinde Kadınlara Seçme ve Seçilme Hakkı veren yasanın kabulü, ülkemizde her yıl “Kadın Hakları Günü” olarak kutlanmakta olup, bu hakkın verilişinin 88. Yıldönümünü de bu yıl yine hep birlikte gururla kutluyoruz.

Cumhuriyetimizin kurucusu Gazi Mustafa Kemal Atatürk "Bir toplum aynı gayeye bütün kadınları ve erkekleriyle beraber yürümezse, ilerlemesine ve medenileşmesine teknik bakımdan imkân, ilmi bakımdan da ihtimal yoktur" diyerek, Türk kadınının sosyal ve kültürel alanda, eğitimde, hukukta, aile içinde, çalışma hayatında, toplumsal yaşamda ve siyasette erkeklerle eşit haklara sahip olmasının önünü açmıştır. En önemli yanı da çıkarılan yasayla kadınlarımıza seçme ve seçilme hakkı vermiştir. Bu hak diğer dünya devletlerine çok daha sonra bu yasa örnek alınarak girmiştir.

Bu günlerden ikincisi ise, Gönüllüler Günü’dür. Birleşmiş Milletler Genel Kurulu tarafından 1985 yılından beri 5 Aralık tarihinde Dünya Gönüllüler Günü kutlanıyor. Bugünün kutlanmasının sebebi gönüllülüğün öneminin anlaşılması ve gönüllülük kavramının daha geniş kitlelere yayılmasıdır.

Gönüllülük, tanım olarak bireyin herhangi bir çıkar ya da gelir beklentisi olmadan özgür iradesi ile ihtiyacı olan kişilere ya da kurum ve kuruluşlara herhangi bir yarar sağlamak amacıyla yapılan eylemlerdir.

Gönüllülük, birtakım kişilere yarar sağladığı kadar gönüllü olanlara da yararlar sağlamaktadır. Gönüllülük her alanda yapılan bilen bir eylemdir. Sadece maddi anlamda gönüllü olunmaz, aynı zamanda manevi anlamda da gönüllülük olabilir. Gönüllülük, bireylerin iletişim becerilerinin gelişmesine yardımcı olur. Gönüllülük, kişilerin sosyalleşmelerine katkı sunar. Gönüllülük, kişilerin liderlik ve yardımseverlik özelliklerini de geliştirir.

Bu günlerden üçüncüsü de kesin tarih tartışmalı olsa da günlük yaşamımızın bir parçası haline gelmiştir. Misafirliklerin en önemli sunum içeceği olan hatta sağlık açısından doktorların dozu aşmamak üzere kalp sağlığı ve dinçlik için önermiş oldukları kahvenin bu topraklara 16. Yüzyıl ortalarında Arap Yarımadası’ndan geldiği bilinmekteymiş. UNESKO’nun 5 Aralık 2013’te aldığı kararla tüm dünya da bu tarih Türk Kahvesi Günü olarak kutlanıyor. Hani ne derler bizde; “Bir fincan kahvenin kırk yıl hatırası vardır.”

Ne diyelim, o halde bize de Türk ve dünya insanlarına bu üç gününde kutlu olmasını dilemek düşer. Özellikle kadınlarımız, gönüllülerimiz ve kahve severlerimiz günleriniz kutlu olsun.

Yaşar GELER

 

Devamı
BİR GECE HASTANE KLASİĞİ

Bir akşam vaktiydi, eşimin biraz rahatsızlandığını fark ettik. Ne oldu ne oluyor derken, tansiyonunu ölçtük. Tansiyon tavan yapmış yirmilerde geziniyor. Ne yapalım ne edelim derken, normal bir durum olan hastaneye gitmeye karar verdik. Doğal olarak da en yakınımızda bulunan bir hastanenin acil servisine vardık. Standart başvuru işlemi başladı. Önce ilk başvuru yerine vardık. Orada tansiyon vs ölçüm yapıldıktan sonra evrak kaydı. Oradan doktora yönlendirme.

Saat akşamın sekiz buçuğunu gösteriyor ve hastanenin acil servisi tıklım tıklım insan kaynıyor. Neyse sıramızı bekleyip doktora yönlendirildik. Sıra bize geldiğinde girdik doktorun odasına. Doktorun klasik -neyiniz var- sorusunun ardından durumu izah ettik. O da doğal olarak yapılması gerekeni yapıp kan tahlili, EKG, BT ve tansiyon ölçümü isteklerini yazarak elimize verdiği kâğıt üzerindeki notlarla hemen yakınında bulunan hemşirelerin görev yaptığı odaya ve o koridorda bulunan memura başvurumuzu yaptık.

Sıra bize geldi ve hemşirenin önce dışarda bekleyin gibi sert bir tutumuna “yirmi tansiyonlu bir hasta ayakta koridorda bekler mi” tepkimden sonra lütfedip içerideki koltuğu gösterdi. Neyse tansiyon ölçümünü yaptı, doktorun verdiği iki dil altı ilacını verdi. Sonra da EKG çekimi için kendisini takip etmemizi söyledi. Birlikte EKG odasına girdiler. EKG’yi de o hemşire çekti. Buraya kadar her şey normalmiş gibi duruyor ama yanlış giden bir şeyin olduğu belliydi. Gece acil servislerde koridorlar hasta kaynarken bir hemşirenin kan alma sırasında bekleyen hastalarını bırakıp tansiyon ölçmeye, onu bırakıp EKG çekmek için başka odaya gitmesi hiç normal gelmedi. Buradan çıkan bir sonuç vardı: Demek ki hastanelerde yeterli personel bulunmuyordu. Birçok şehir hastanesinde yönlendirme elemanları özellikle de sedye ya da sandalyelerle hastalara yardımcı olurlarken bu şehir hastanesinde işlerin kolay dönmediğini anladık. İnsanların kendi başlarının çaresine bakmaları gerekiyordu.

Personelin biraz bıkkın ve biraz da yorgun olduğu gözlerden kaçmıyordu. Uzatmayayım yaklaşık beş altı saatlik bir uğraşının sonunda BT çekimi, kan, EKG, ilaç ve serum tedavisinin ardından yirmilerle gittiğimiz göz kanaması dahi yapmış olan tansiyonun on üçlere indirilmesiyle gecenin üç buçuğunda evimize dönebildik.

Ancak, yazmadan geçemeyeceğim ve yazımın görselinde bulunanları da anlatmam da yarar vardır. Her ne kadar o saatlerde insanların endişeli ve korkulu gözlerle bekleyişleri sürerken hastanenin doktor muayene koridorunda yatan iki köpeğin kendilerini kaloriferli ve sıcak ortama atmış olmaları ve o kadar insan hareketine rağmen çevreden etkilenmeden yatar ve dinlenir halde bulunmaları kayda değerdi. Ancak, insanların birçoğu kendi dertlerini bırakmış onları okşuyor olmaları bile o gece ki halimizin vahametini unutturmuştu.

Bir başka tanık olduğumuz bir durum daha vardı. O da hastaneye tedavi olmak için gelmiş olan sokakta kâğıt toplayıcısı olarak çalışan bir ailenin üç çocuğunun hastane koridorlarını ve özellikle de su otomatlarını oyun makinası gibi kullanmalarıydı. Birisi üç, birisi beş diğeri de yaklaşık altı ya da yedi yaşlarında üç çocuğun gecenin o saatinde sıcacık yataklarında uyuyor olmaları gerekirken sokakta olmaları da işin en vahim tarafıydı.

Bu yazımdan çıkarılacak sonuç; bir an önce yeterli sağlık personelinin alımının yapılması. İnsanların en doğal yaşam hakkı olan ve sağlığa erişim hakkının en verimli bir şekilde kullanabilmelerinin sağlanmasıdır.

Yaşar GELER

 

Devamı
KORONAYA NE OLDU?

     1 Aralık 2019 tarihinde Çin’in Wuhan kentinde ortaya çıkmış ve çok kısa bir sürede de tüm dünyayı sarmaya başlamıştı. İlk çıkışıyla birlikte de dünya ülkeleri kendilerini koruma altına almış ve diğer ülkelerden izole etmişlerdi. Buna rağmen SARS-COV-2 olarak adlandırılan ve kısa adı da Covid/Korona olarak 11 Mart 2020 tarihinde ülkemize de giriş yapmıştı. Bununla birlikte ülkemizin tamamında bu bulaşıcı ve ölümcül hastalığa yakalanma oranı her geçen gün artıyordu. Bu artışla birlikte de birçok insanımız yaşamını yitirmeye başladı. Ölümler sırasında ayrı mezarlıklar, zamansız definler. Katılımcısız yani cemaatsiz definler hatta ailelerin bile sınırlı sayıda katılımıyla yapılan definler oluyordu.

     Koronayla birlikte eve kapanmalar, mahallelere, köylere, ilçelere, illere hatta ülke sınırlarını bile kapatarak önlemler alınmıştı. İçe kapanma gerçekleşince doğal olarak iş yaşamı durmuş, işsizlik ortaya çıkmış hatta devletin ekonomisi bile bozulmuştu. Bu durum karşısında dünya ülkeleri içerisinde bu belayı savma adına bizde de olduğu gibi birçok ülkede aşı çalışmaları başlamış ve öncelikle yine Çin ilk aşıyı üretmiş ve dünya insanlarının hizmetine sunmuştu. Ama bu süre içerisinde özellikle hasta ve yaşlılar olmak üzere milyonlarca insan yaşamını yitirmişti.

     İşte, Koronalı yaşamla birlikte yaşamımıza bir şey daha girdi. O da maskeydi. Hatta maskeyle birlikte, kolonyalı ve dezenfektanlı yaşamla da tanışmış olduk. İnsanlar hastanelere gidemez oldular. Devlet bir takım kolaylaştırıcı önlemler de almaya başlamıştı. Örneğin, doktora gitmeden ilaç alma, rapor yenileme vb birçok uygulama da yaşamımıza girdi. Derken yakın bir tarihe kadar bu türden sıkı önlemler uygulanırken birkaç ay öncesinde de bu uygulamaların yavaş yavaş askıya alınmasıyla yaşamımız yeni bir normale döndü. Dönmesine döndü de görüyor ve resmi olmasa da gayri resmi kaynaklardan aldığımız bilgilere göre korona henüz bitmiş değil ama sözel olarak gündemden çıkarılmış gözüküyor. Oysa ki hala birçok vatandaş yaşamını yitiriyor. Hastaneler, özellikle de şu anki kış moduna geçişle birlikte dolup taşmaya başladı.

     Bir yandan da görüyor ve gözlüyoruz ki insanların birçoğu sanırım fazla rehavete kapılmış durumda. Ne toplu taşıma araçlarında ne kapalı mekanlarda ne de hastanelerde bırakın teması vs i maske takılması bile neredeyse yok hükmünde. Hatta az da olsa takanlar bile takmayanlar arasında sayılı kaldığı için utanır duruma geldi. Hatta hastanelerde başka bir sorun daha göze çarpıyor ki o da özellikle hastane bahçelerinde hatta çoğu hastanelerin yangın merdivenleri ve balkonlarında sigara içmeler bile serbest bırakılmış gibi görünüyor. Çünkü, benim gördüğümü umuyorum ki hastane yönetimleri de görüyor ama müdahale etme gereği duymuyor.

     Toplumun neredeyse yarısı en azı iki üç olmak üzere beş altı kez aşılanan insanlar varken diğer yarısı ise tek bir aşı bile yaptırmadan toplumun içerisinde yaşam normalmiş gibi davranıyorlar. Şimdi insan kendi kendine soruyor:

Sahi bu Koronaya ne oldu?

Ülkemizde Korona bitti mi?

Korona bittiyse hala hastaneler neden insan kaynıyor?

Korona bitmediyse Neden bu kadar serbesti sağlıyoruz?

Yine de umalım ve dileyelim ki bundan sonraki yaşamımız Koronasız ve ölümsüz sürsün.

Yaşar GELER

Devamı
HALK GÜNLERİ

Halk, belli sınırlar içerisinde yaşayan insan topluluklarıdır halk. İnsanlar yaşamlarını sürdürebilmek için kendi toplumlarına yani halk kitlelerine bir lider, bir yönetici seçerler. Seçmiş oldukları o kişiler de halk adına karar alır ve uygularlar.

Devletlerde seçilmişlerin yanında bir de atanmışlar vardır. Bunlara da kamu görevlileri ya da kamu yöneticileri diye adlandırılır. Kamu da zaten halk anlamına gelmektedir.

İşte şimdi bu seçilmiş ve atanmışların zaman zaman uyguladıkları bir garip uygulama var. Bir bakarsın bir kaymakam ya da vali özel bir durum yaratır ve iş günlerinden birisini halk günü yapar ve o gün halkın sorun ve sıkıntılarını ya da şikayetlerini dinler ve onlara çözüm üretmeye çalışırlar. Aynı durum bakarsın özellikle belediyelerde de mevcuttur. Tamamı yapmaz ama bazı başkanlar insanlara iyilik olsun adına aynı uygulamayı yapar. Haftanın bir gününü halk günü yapar ve halkın sorunlarını dinlemeye ve çözüm üretmeye çalışırlar.

Mantıken düşündüğünüzde bu durum çok cazip olabilir. Ancak, insanın aklına da takılmıyor değil. Yani düşünüyorsun ve diyorsun ki;

-Halk günü nedir? Kamu ya da yerel yönetim yöneticileri zaten halk için orada değiller mi?

-Görevleri zaten halka hizmet etmek değil midir?

-Halk günlerinde daha özel konular mı konuşuluyor? Özel konular konuşuluyorsa halk adına yapılan işlerin özeli mi olur?

-Kamu zaten hizmeti halka vermiyor mu? Halk gününde halkla buluşuluyorsa diğer günler kimin için çalışılıyor?

Aslında kamunun her günü, halk günü olmalı ve kamudan talebi olan halkın sorunları en adil ve en hızlı şekilde ilgili kurumlarda halledilmelidir.

Kamuda hal böyleyken bir de bunun ekonomi de uygulanma biçimi var. Biraz da oraya bakalım.

Halk günleri uygulamaları özellikle son zamanlarda gıda sektöründe kendini göstermeye başladı. Bir bakıyorsun haftanın bir günü marketin kapısında kocaman bir afiş bugün marketimizde halk günüdür.

-Alla alla dün sizden alışveriş yapan insanlar halk değil miydi?

-Siz, dün kimlere satış yaptınız?

-Dün on liraya sattığınız bir ürün bugün neden sekiz lira oldu?

Her neyse, o sorular uzayıp giderken aklıma şunlar takıldı ve incelemeye başladım. Marketlerden halk günleri yapanların seçtikleri günler o mahallenin ya da o semtin semt pazarı olduğu günlere denk geldi. Acaba o günlere denk mi geldi, yoksa o gün özellikle mi seçildi? Tabi ki o günler özellikle seçiliyor. Çünkü, haftanın bir günü kurulan semt pazarından halk biraz daha ucuza ürün alabiliyor. Aldığı ürünü bir haftalık oluyor ve o süre içerisinde zorunlu olmadıkça marketlere gitmezler. Bu durumu bilen ve neredeyse her sokak başında açılan onlarca AVM veya Süper Marketler özellikle semt pazarının kurulduğu gün satış yapacak olan pazarcı esnafının satışlarını durdurmak ve kendilerine yönlendirmek için bu uygulamaya gitmektedirler. Madem siz haftada bir gün pazarda satılan fiyata ürün satabiliyorsunuz da neden aynı uygulamayı her gün yapmıyorsunuz? Haftanın beş günü yüksek fiyat, pazar kurulduğu gün indirimli fiyat. Bu hiç de adil ve anlaşılabilir bir durum değildir.

Bu halk günleri uygulamaları, sinemalarda, tiyatrolarda hatta TV’lerde sürüp gitmektedir.

İnsanlara kolaylıklar sağlayın ki her zaman bu makul durumdan yararlanabilsinler. Sanırım çok da zor değildir.

Yazıktır, günahtır. Halk için bir şey yapıyorsanız ister kamu da olsun ister özel sektörde olsun ister gıda ister her ne olursa olsun halk için her günü, halk günü yapın ve insanları zora sokmayın. Halkın duygularıyla ve cebiyle oynamanın hiçbir mantığı olamaz.

Yaşar GELER

 

Devamı
FESTİVAL ve TANITIM GÜNLERİ YARIŞI

Festival ya da tanıtım günleri. Özellikleri kentlerin tanıtılması ve Kamuoyu gündemine taşınması için başvurulan yöntemlerden birisidir. Gerçekten çok da iyi oluyor. O kentin ekonomik, sosyal, siyasal ve kültürel yönleri ön plana çıkıyor ve farklı kent insanları tarafından tanınmış oluyor.

Bazı kentlerin çoklu STK’ları dernekleri, vakıfları vs. fazla olunca ve üst çatıları olan federasyonları ya da konfederasyonları etkisiz olunca hatta iyi ve etkili örgütlenme yapmamış olunca çok başlılık ortaya çıkmakta ve karmaşalara yol açmaktadır. Bir kent adına festival ya da tanıtım günleri organize edebilmek için o kentin valisi tarafından onay alınması, o ilin belediyesi ve ilgili kurumları tarafından bileşen veya çözüm ortağı olunması gerekmektedir.

  1. bakıyorsun bir kentte dernekler kendi öz işleyişleri kapsamında çeşitli etkinlikler organize ediyorlar. Federasyonlar ayrıca farklı etkinlikler organize ederler. Hele hele o kentin farklı birkaç federasyonu, derneği ya da farklı bir başka örgütü varsa onlar da ayrı ayrı etkinlikler organize ederler. Bu bazan öyle fazla olur ki neredeyse bir yarışa döner. O dernek yaptı ben de yapayım. O federasyon yaptı ben de yapayım. Yok o iyisini yapamadı ben daha iyisini yapayım vb… Bu bir yarış halinde sürüp gider. Hani halk yararına yarışmak ve halka dair bir şeyler üretmek ve kentlerini çevreye tanıtmak çok güzel durum ancak bu yarışmalar sadece örgütlerinin ekonomisini düzeltmek, bir başka örgütü ekarte etmek ya da siyasi bir ikbal uğruna vb. duruma dönüştüğünde anlamsız kalıyor. Ha bir de kimi etkinliğe vali katılır, kimine katılmaz. Kimine belediye başkanı katılır kimine katılmaz. Kimine kurumlar katılır kimine katılmaz. Kimi katılımcı insan kitlesi bulamazken kiminin alanı dolar taşar. Bu durumlar da dernekler arasında prestij farklılığı oluşturur.

Bir başka durum da kentler arası yarıştır. İşte şu ilin tanıtımı şöyle güzel oldu. Bu ilin tanıtımı hiç te iyi olmadı. O il şu ünlü sanatçıyı getirdi de bu ilin hiç mi sanatçısı yok? Bu ve buna benzer birçok olumsuz yakıştırmalar ve gereksiz karşılaştırmalar.

Yani büyük kentlerde festivaller ve tanıtım günlerinin çok da amaca hizmet etmediğini düşünüyorum. Neden diye sorarsanız? Düşünün ki bir kentin tanıtım gününde başka bir kentin ürünü tanıtımı yapılan kentin ürünüymüş gibi halka sunuluyor. Tanıtım günlerinin en sorunlu durumudur bu. Bu konuda çok şikâyet alınıyor. Hatta dikkat ediyoruz, her farklı kent etkinliğinde hep aynı tezgahların açıldığını ve aynı iş yerlerinin satış yaptığını görüyoruz. Tezgâh ve iş yeri aynı ama tabela, etkinlik yapılan ilin tabelası oluyor. Aslında bu da halkın kandırılması demektir ve tüketicinin yanıltılmasıdır.

Bu kadar karmaşaya neden olacak etkinliklere valiliklerin bir planlama yapması ve her önüne gelenin etkinlik yapmasının önlenmesinin daha sağlıklı olacağını ve o kentin kültürünün, ürünlerinin kullanılması ve bulundurulmasının sağlıklı olacağını düşünüyorum.

Yarışmak güzel ama amaca hizmet eden yarışmaların olması daha doğal olanıdır.

Yarışmak güzel ama ekonomik kaygılar için değil prestij için yarışmak daha iyidir.

Yarışmak güzel ama birbirimizi yemeden, kırmadan, dökmeden yarışmak daha doğru olanıdır.

Yarışmak güzel ama kıskançlıklarla, çekememezliklerle değil, birbirimizi onore ederek hatta destekleyerek yarışmak daha mükemmel olanıdır.

Yarışmak doğaldır ama köyünüze, ilçenize, ilinize, bölgenize ya da ülkenize hizmet etmek ve yararlı projeler üretmek için yarışın.

Devamı
COĞRAFYA KADER Mİ, KEDER Mİ?

     Coğrafya, yeryüzünü fiziksel, ekonomik, biyolojik, insansal ve siyasal yönlerden inceleyen bilimdir diye tanımlanmaktadır. Yani, bir şekilde de insanların yaşadığı yeri ve yaşam koşullarını ifade eder. O halde insanlar çoğunlukla bir yerde zorunluluktan ikamet etmek durumundadır. Yine zorunluluktan ekonomik, siyasal ve sosyal yönden de umduklarını değil bulduklarını yaşamak zorunluluğunda olurlar.

     Kader, insanların önceden çizilmiş olan yaşam koşullarının varlığını ifade eder. Yani bir insanın kaderi nasıl yazılmış ise, o şekilde yaşamak durumundadır. Kaderi insanlar yaşar ama nasıl yaşayacakları konusunda ön bilgileri yoktur. Sadece yaşadıkları ile bilgilenmiş olurlar.

     Keder ise, hiçbir şekilde önlenemeyen doğal yaşam olaylarının varlığı ile birlikte yaşandığında ortaya çıkan üzüntü ve acı verici olaylar bütünüdür diyebiliriz. Bu durumun sadece insanlar için olduğu değil bence yaşayan tüm canlılar için olan bir olgu olduğunu düşünüyorum. İnsanlar açısından baktığımızda da yaşamı süresince keder duymayan ve bu duyguyu yaşamayan hiçbir insan yoktur.

     Şimdi bu kavramsal bilgileri açıkladıktan sonra coğrafya, kader ve keder sözcüklerinin ilişkisini inceleyelim. Bana göre coğrafya hem kader hem de kederdir. Coğrafyanın kader önceliğini açıklamaya çalışayım. Herhangi bir coğrafyada yaşayan insanların orada olmaları kaderdir. Çünkü, bir canlının dünyaya gelmek istediği anda coğrafya değiştirme gibi bir durumları söz konusu değildir. O kişi, o coğrafyada hayata merhaba dediği için artık kaderinin kurbanı olmuştur. Kaderini değiştirebilme şansı asla yoktur ve olamaz da. Çünkü hala nerede ve neden olduğu konusunda bir fikri yoktur. Bunu anlayabilme zamanı en fazla üniversite düzeyinde gerçekleşir ki ancak o süreçte sosyal ve ekonomik özgürlüğüne giden yola çıkmış olacaktır. Yani belki de kaderini değiştirebilme evresini gerçekleştirecektir. Tam da bu nedenle diyoruz ki coğrafya kaderdir.

     Şimdi de coğrafyanın keder olması konusunu anlamaya çalışalım. Coğrafya belki her yerde değil ama özellikle gelişmekte, az gelişmiş ve orta gelir düzeyine ermemiş sanayi ve teknolojinin girmemiş olduğu yerlerde de kedere dönüşmektedir. Çünkü, bu coğrafyada yaşayan insanlar sadece var olanla yetinebilme, özellikle kendi ürettiklerini tüketebilme, iş olanakları olmayan, coğrafyanın amansız doğal ve zorlu koşullarıyla mücadele edebilme durumundadırlar. Bir Anadolu atasözünde -kendi göbeğini kendin keseceksin- denildiği gibi çoğunlukla işlerini kendi beceri ve emekleriyle görmeye çalışlar. Örneğin, Anadolu’nun birçok yerinde hala yol, su, kanalizasyon, doğalgaz vb. sorunlarını bildiğimizde bu coğrafyanın keder olduğu gerçeğiyle yüzleşmiş olmuyor muyuz?

     O halde şunu söylemenin yanlış olmayacağını düşünüyorum: Coğrafya, kader ve keder sözcükleri sözcük olmaktan çok biri birini tamamlayan üç kavramın kesişme noktasıdır diyebiliriz. Demek ki yazının tamamını incelediğimizde ortaya şu sonuç çıkmaktadır. Coğrafyanın ve o coğrafyada yaşayan insanların varlığı kader ve kaderleri içerisinde yaşadıklarının da kederden başka bir şey olmadığını anlıyoruz. Bu durumunda özellikle Anadolu ve Doğu Anadolu bölgelerinde bu coğrafyalar dışında ise, Ege’nin, Akdeniz’in ve Karadeniz’in kırsal kesimlerinde oldukça etkili yaşandığını hatta sanayileşmiş bölgelerde de işsiz, aşsız insanların bu sanayileşmenin nimetlerinden yararlanamayan toplulukları oluşturduklarını bilmekteyiz.

     Sonuç olarak, insanlar istemeyerek bir coğrafyada doğarlar, çoğunlukla da orada kaderlerini kederle yaşarlar.

Devamı
EĞİTİM SOS VERİYOR

Beş eylülden beri başlayan eğitim yılı yaklaşık bir ay geçmiş olmasına rağmen hâlâ sıkıntılarını çözmüş değil. Gün geçmiyor ki bir vatandaş arayıp da “çocuğuma okul kıyafeti alamadım, kırtasiye malzemelerini alamadım, çocuğum okula gitmek istemiyor” demesin.

Yukarıda giriş yaptığım konu, ilkokulundan ortaokuluna, lisesinden üniversitesine kadar her kademeyi ilgilendiriyor. Mustafa Kemal Atatürk’ün dediği gibi, “Millet, fakru zaruret içinde harap ve bitap düşmüş durumda.” İlkokullarda ihtiyaç sahibi onlarca aile ve çocuk, orta okullarda yine aynı, liselerde bile farklı değil. Hatta üniversite öğrencileri burs ya da destek alma konusunda yalvar yakar durumda. Hatta işe girecek bir üniversite mezunu genç bile bulunduğu şehirden İstanbul’a gelebilmek için otobüs biletine muhtaç durumda.

Çeşitli hayırseverlerin desteğiyle bu öğrenci kıyafet ve kırtasiye ihtiyaçlarını kişisel olarak ya da dernekler aracılığıyla çözmeye çalışılıyor ve çözülüyor. Ne güzeldi bir zamanlar kara önlükler ve beyaz yakalarla okula gitmek. Bir önlük bir yakayla bir yıl geçilirdi. Şimdi ise, her okul kendi inisiyatifini kullanarak kıyafet tercihlerinde bulunuyor. Tercihlerini de herhangi bir giyim mağazasına havale ederek, iddia o ki okullara az da olsa bir kaynak yaratma çabasında oluyorlar. İyi, güzel de ortalama yüz elli iki yüz lira aralığında bulunan pantolon, etek, tişört, ayakkabı, gömlek gibi okul kıyafetlerini alabilme gücüne kaç veli sahip. Madem devlette her kademede kılık kıyafet engeli ortadan kaldırıldı.

Serbest kıyafet uygulaması her kademede geçerli de öğrenci kıyafetlerinde neden hâlâ geçerli değil?

Öğrenciler neden istedikleri kıyafetlerle okula gelemiyorlar?

Öğretmen her istediğini giyebiliyor da öğrenci neden giyemiyor?

Tanınmasını istiyorsak okul önlüğü uygulamasına geçip de daha az masraflı bir seçenek neden uygulanmıyor?

Ayrıca, anayasada hükmedildiği gibi; “İlköğretim, ilköğrenim çağına gelmiş çocuklar için okullarda zorunlu ve parasızdır.” E o halde neden her çocuğun okul forması, kırtasiyesi, kitabı ve araç-gereci devlet tarafından karşılanmıyor?

Hiç gereği yokken okullarda neden hâlâ kaynak ders araç-gerecine ihtiyaç duyuluyor?

Ders kitapları yetersizse, neden ders kitaplarının iyileştirilmesi çalışması yapılmıyor da kaynak kitaplara ihtiyaç duyuluyor?

O, kaynak ders araç gereçlerinin dağıtımı yerine en azından ihtiyaç sahibi öğrencilere kıyafet ve kırtasiyeleri verilemez mi?

Hatta, okullarda tam gün eğitim yapıldığı da ortadayken o harcamaların yerine öncelikle ders kitaplarının içerikleri iyileştirilerek, kaynak kitaplara yapılan harcamaların yerine yine ihtiyaç sahibi çocuklara hatta tüm öğrencilere bir öğünlük öğlen yemeği verilemez mi?

Hala okullarda öğretmen seçimi ya da okul seçimi yapma isteklerinin karşılanması için zorunlu bağış uygulaması yöntemlerinin var olduğu bilgileri ortadayken, adrese dayalı kayıt sisteminin ne işe yaradığını sormak gerekmez mi? Adrese dayalı kayıt sistemi doğru uygulanıyor ise, özellikle büyük şehirlerde okul kapılarında onlarca servis aracının ne işi var?

Okulların, çalışanlarının maaşlarının verilmesi bile Okul Aile Birliklerine havale edilmişken, Okul Aile Birliklerinin bu parayı nereden ve nasıl bulacağı vahim bir durum değil midir?

Okulların temizlik malzemeleri ihtiyaçlarının karşılanması, okulların kırtasiye vb. türden ihtiyaçlarının karşılanması neden eğitim bütçesinden karşılanmaz? Okul yöneticileri, okulların ihtiyaç duydukları harcamaları nereden ve nasıl karşılayacaklar? Bir yandan zorla bağış almayın derken bir yandan devlet katkısı sağlanmazsa okullar giderlerini nasıl ve nereden karşılayacaklar?

Bu türden birçok soru ve sorun daha da sıralanabilir. Demek ki eğitim sistemi SOS veriyor. O halde Milli Eğitim Bakanlığı’nın asıl görevi öncelikle anayasada ifadesini bulan “İlköğretim zorunlu ve parasızdır.” Maddesini uygulayabilmek için çözüm arama ve çözüm üretme olmalıdır. Bunu sağladığımız anda eğitimde fırsat eşitliğini sağlamış olacağız.

Öncelikle her paydaşın içinde yer alacağı Eğitim Şurası’nı toplamalı ve özellikle bizzat uygulama içerisinde yer alan öğretmenlerin ve sendikaların görüş ve düşüncelerini alarak eğitime yön verilmelidir.

Yaşar GELER

Devamı
EĞİTİM SOS VERİYOR

Beş eylülden beri başlayan eğitim yılı yaklaşık bir ay geçmiş olmasına rağmen hâlâ sıkıntılarını çözmüş değil. Gün geçmiyor ki bir vatandaş arayıp da “çocuğuma okul kıyafeti alamadım, kırtasiye malzemelerini alamadım, çocuğum okula gitmek istemiyor” demesin.

Yukarıda giriş yaptığım konu, ilkokulundan ortaokuluna, lisesinden üniversitesine kadar her kademeyi ilgilendiriyor. Mustafa Kemal Atatürk’ün dediği gibi, “Millet, fakru zaruret içinde harap ve bitap düşmüş durumda.” İlkokullarda ihtiyaç sahibi onlarca aile ve çocuk, orta okullarda yine aynı, liselerde bile farklı değil. Hatta üniversite öğrencileri burs ya da destek alma konusunda yalvar yakar durumda. Hatta işe girecek bir üniversite mezunu genç bile bulunduğu şehirden İstanbul’a gelebilmek için otobüs biletine muhtaç durumda.

Çeşitli hayırseverlerin desteğiyle bu öğrenci kıyafet ve kırtasiye ihtiyaçlarını kişisel olarak ya da dernekler aracılığıyla çözmeye çalışılıyor ve çözülüyor. Ne güzeldi bir zamanlar kara önlükler ve beyaz yakalarla okula gitmek. Bir önlük bir yakayla bir yıl geçilirdi. Şimdi ise, her okul kendi inisiyatifini kullanarak kıyafet tercihlerinde bulunuyor. Tercihlerini de herhangi bir giyim mağazasına havale ederek, iddia o ki okullara az da olsa bir kaynak yaratma çabasında oluyorlar. İyi, güzel de ortalama yüz elli iki yüz lira aralığında bulunan pantolon, etek, tişört, ayakkabı, gömlek gibi okul kıyafetlerini alabilme gücüne kaç veli sahip. Madem devlette her kademede kılık kıyafet engeli ortadan kaldırıldı.

Serbest kıyafet uygulaması her kademede geçerli de öğrenci kıyafetlerinde neden hâlâ geçerli değil?

Öğrenciler neden istedikleri kıyafetlerle okula gelemiyorlar?

Öğretmen her istediğini giyebiliyor da öğrenci neden giyemiyor?

Tanınmasını istiyorsak okul önlüğü uygulamasına geçip de daha az masraflı bir seçenek neden uygulanmıyor?

Ayrıca, anayasada hükmedildiği gibi; “İlköğretim, ilköğrenim çağına gelmiş çocuklar için okullarda zorunlu ve parasızdır.” E o halde neden her çocuğun okul forması, kırtasiyesi, kitabı ve araç-gereci devlet tarafından karşılanmıyor?

Hiç gereği yokken okullarda neden hâlâ kaynak ders araç-gerecine ihtiyaç duyuluyor?

Ders kitapları yetersizse, neden ders kitaplarının iyileştirilmesi çalışması yapılmıyor da kaynak kitaplara ihtiyaç duyuluyor?

O, kaynak ders araç gereçlerinin dağıtımı yerine en azından ihtiyaç sahibi öğrencilere kıyafet ve kırtasiyeleri verilemez mi?

Hatta, okullarda tam gün eğitim yapıldığı da ortadayken o harcamaların yerine öncelikle ders kitaplarının içerikleri iyileştirilerek, kaynak kitaplara yapılan harcamaların yerine yine ihtiyaç sahibi çocuklara hatta tüm öğrencilere bir öğünlük öğlen yemeği verilemez mi?

Hala okullarda öğretmen seçimi ya da okul seçimi yapma isteklerinin karşılanması için zorunlu bağış uygulaması yöntemlerinin var olduğu bilgileri ortadayken, adrese dayalı kayıt sisteminin ne işe yaradığını sormak gerekmez mi? Adrese dayalı kayıt sistemi doğru uygulanıyor ise, özellikle büyük şehirlerde okul kapılarında onlarca servis aracının ne işi var?

Okulların, çalışanlarının maaşlarının verilmesi bile Okul Aile Birliklerine havale edilmişken, Okul Aile Birliklerinin bu parayı nereden ve nasıl bulacağı vahim bir durum değil midir?

Okulların temizlik malzemeleri ihtiyaçlarının karşılanması, okulların kırtasiye vb. türden ihtiyaçlarının karşılanması neden eğitim bütçesinden karşılanmaz? Okul yöneticileri, okulların ihtiyaç duydukları harcamaları nereden ve nasıl karşılayacaklar? Bir yandan zorla bağış almayın derken bir yandan devlet katkısı sağlanmazsa okullar giderlerini nasıl ve nereden karşılayacaklar?

Bu türden birçok soru ve sorun daha da sıralanabilir. Demek ki eğitim sistemi SOS veriyor. O halde Milli Eğitim Bakanlığı’nın asıl görevi öncelikle anayasada ifadesini bulan “İlköğretim zorunlu ve parasızdır.” Maddesini uygulayabilmek için çözüm arama ve çözüm üretme olmalıdır. Bunu sağladığımız anda eğitimde fırsat eşitliğini sağlamış olacağız.

Öncelikle her paydaşın içinde yer alacağı Eğitim Şurası’nı toplamalı ve özellikle bizzat uygulama içerisinde yer alan öğretmenlerin ve sendikaların görüş ve düşüncelerini alarak eğitime yön verilmelidir.

Yaşar GELER

Devamı
DERTLER

Dertler derya oldu,

Dert bir değil elvan elvan,

Elektrik, yol, su, gıda, petrol, ulaşım, döviz, altın, faiz, askıda ekmek, giysi, eşya, tarım, turizm

Elektrik yüzde yüz elli, yüzde iki yüz…

Su yüzde yedi…

Doğalgaz yüzde bilmem kaç?...

Ulaşım ha keza öyle. En yakın mesafe dolmuş indi-bindi beş altı lira…

Belediye otobüsünün indirimli bilet fiyatı bile beş buçuk lira.

İstanbul Kars uçak bileti iki bin lirayı geçmiş. Otobüs bileti binlere dayanmış.

Ya bir de okullar açıldı. Okul masrafları aldı başını gidiyor. Her gün onlarca insan eğitim malzemesini alamadığı için feryat figan ediyor. En ucun okul forması beş altı yüz lira. Ya ayakkabı, çanta, vb… diğer ihtiyaçlar. Öğrencinin günlük yemek masrafı, kurs ücretleri vs.

Ya okul servisi ücretlerine ne demeli… En yakın yerler üç- dört yüz liradan başlıyor. Esnaf da haklı vatandaş da.

Ya bir de kiralara ne demeli. Bin liralık daireye (ona da daire denilirse) beş bin altı bin lira istiyorlar. Birde tadilatı onarımı vs. Biraz mükemmel dairenin fiyatı yedi sekiz bin liradan başlıyor.

Kentsel dönüşüm nedeniyle binlerce konut kira ihtiyacı çıktı, tabi bu arada da fırsatçılara gün doğdu. Kafasına göre fiyat belirliyor insanlar. Taşınma ücreti en yakın bir sokak ötesi dört bin liradan başlıyor. Uzak mesafeleri hiç saymıyorum. Devletin desteği devede kulak kalıyor.

Petrol fiyatları desen tam gaz ileri. Hatta dünyada düşse bile bizde yine yükseliyor. Bir gün bir lira indirim geliyor iki gün sonra iki üç lira zam. Gel de yaşa.

Dolar zirvede her geçen gün prim yapıyor, bizim TL değer kaybediyor. Tüketicinin alım gücü kalmayınca dertler derya olup akıyor.

Toplum, pahalılıktan, uyuşukluktan ve vurdum duymazlıktan kitap okumayı, sinemaya, tiyatroya, tatile gitmeyi unuttu bile.

Bunun yanında gözle görünür bir harcama çılgınlığı da beraberinde gidiyor. Nasılsa herkesin cebinde bir kredi kartı. Neredeyse tüm yeme içme mekanları tıka basa dolu. Birçok yerde aracını park etmeye yer bulamıyorsun.

Gel de dertlenme… Bir yerde kaymak tabaka ve mutlu azınlık, diğer tarafta gariban dar gelirli, bordro mahkûmu mutsuz çoğunluk.

Demokrasilerde azınlıklar çoğunluğa tabi olurken, bizlerde çoğunluklar azınlığa tabi olmuş durumda. Oysa ki azınlıkların varlığı da çoğunlukların elindedir. Genelde üreten çoğunluk ama rahatça tüketen azınlıklar…

Anadolu’da, adamın hayvanları var süt üretiyor. Şimdilerde litre fiyatı dokuz lira gibi söyleniyor. Toptancılar gelip köylünün elinden daha sağılmadan anlaşma yaparak sütünü alıyor. Sütü üretip satan insan çocuğuna bile ürettiği sütü içiremiyor. Peynir öyle, bal öyle. Köylerde saçlarda ekmek pişmez olmuş, yumurta bile köy bakkallarında dışarıdan getirilerek satılıyor.

Anadolu insanı dertlenmesinde kim dertlensin?

 Şehirde yaşayan insan dertlenmesinde kim dertlensin?

İşte, o yüzden diyoruz ya derler derya olmuş, dert bir değil elvan elvan!

Allah, dar gelirli vatandaşa yardım etsin.

Yaşar GELER

Devamı
Öğretmenlik ve Kariyer

Öğretmenle ve öğretmenlik mesleği ile oynamaya ve kutuplaştırmaya gerek var mı? 
Öğretmenler neden iki arada bir derede bırakılıyor? 
İnanın ki, bu kariyer basamağı sınavına girecek olan öğretmenlerin tamamı sadece para uğruna girecekler. Zaten basına da yansıdı, sadece maddi anlamda destek için girildiği. Alınacak olan fark da çok cüzi bir miktar. 
Öğretmen, MEB tarafından kanunlar çerçevesinde belirlenmiş amaçlarla okullarda  eğitim ve öğretim etkinliklerini planlı ve programlı bir biçimde yürüten uzman kişidir.
Öğretmenlik ise, alanında uzman kişilerce (öğretmenlerce) yapılan öğretme işidir. Yani bir uzmanlık mesleğidir.
Son günlerde gündeme oturan, aslında yıllardır süregelen bir tartışma var. Öğretmenlikte kariyer basamakları. Öğretmen, uzman öğretmen, başöğretmen gibi. Oysa ki öğretmenlik zaten uzmanlıktır.
Aynı durumu 2006 yılında kamuoyunun gündemine taşıdılar. Öğretmenleri böldüler. Sistemin içinde olan birisi olarak ben de aynı senaryonun bir figüranı olmuştum. O yıldan bu yana ikinci kez tekrar gündeme geldi. Aradan geçen on beş yılda sistemde olan öğretmenlere haksızlık olmadı mı? 
Şimdi veliler, okullarda uzman ya da başöğretmen avına çıkmayacaklar mı? 
Öğretmenler, okullarda idare ile veliler arasında pazarlık konusu olmayacak mı? 
Uzman öğretmen olmayanlara velinin bakış açısı ne olacak? 
Öğretmenlik mesleğine duyulan güven zedelenmiş olmayacak mı? 
... 
Bu sorular uzar gider. 
Gelin, okullarda asgari beş yılını bitirmiş her öğretmeni uzman öğretmen olarak sıfatlandırın olsun bitsin. 
Bir de şu öğretmen kadro sorunlarıyla ilgilenmek gerekiyor. Ücretli öğretmen , sözleşmeli öğretmen , kadrolu öğretmen... Öğretmenlik mesleğini önemsiyorsanız önce bu adaletsiz kadro sistemini düzeltmeniz gerekir. Bunun yolu da tüm öğretmenleri kadrolu öğretmen yapmaktır. Yani işe alırken kadrolu öğretmen olarak görevlendirmektir. 
Ayrıca, işin bir de özel okullar boyutu var. Buradaki öğretmenlerin durumları ne olacak? Bu okullarda ağırlıklı yeni mezun ve emekli öğretmenler var. Üstelik asgari ücret düzeyinde bir maaş alıyorlar ve iş güvenceleri bile yok. 
Başöğretmenliğe gelince: Baş tek olur. Her yerde bir baş bulunur. Her canlının bir başı var. Her devletin bir başı var... 
Bu ülkenin de bu unvanı almış bir başöğretmeni var. O da Başöğretmen Gazi Mustafa Kemal Atatürk’tür. 
Bu tür sıfatlarla öğretmene üç beş lira vermek yerine, zamanında Başöğretmen Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün dediği gibi, vekil maaşlarını öğretmen maaşlarını geçmeyecek şekilde düzenleyin. Öğretmene hak ettiği maaşı verin ve tüm öğretmenleri sınavsız ve koşulsuz başöğretmen ilan edin. 
Yaşar GELER

Devamı
GÜNEŞİN ÜŞÜDÜĞÜ ŞEHİRDE YAŞAMAK

     Güneş, evrenin varoluşu ve canlı yaşamının başladığı bir süreçle başlayan bildiğimiz en büyük enerji kaynağıdır. Öyle ki, ortada yokken adeta donduğumuz, ortaya çıktığında da adeta yandığımız (ilkbahar ve sonbahar mevsimleri hariç) müthiş bir enerjidir.

     Güneş’in önemli iki işlevi vardır. Birincisi aydınlatmak, ikincisi ise ısıtmak! Her iki işlevinden dolayı tüm evren ve evrende yaşam süren tüm canlılar bu müthiş ve bitmek tükenmek bilmeyen enerji sayesinde var olabilmekte ve yaşamlarını sürdürebilmektedirler. Uzaklardan süzülerek indiği dünyamızı aydınlattığı gibi ısıttığını da söylemiştim zaten. Ancak biz insan varlığı canlıları nedeniyle fazladan ve hoyratça kullandığımız ve buna bağlı yaydığımız gazlar nedeniyle dünyaya adeta siper olan ozon tabakasını birkaç santim deldiğimizde ya da incelttiğimizde güneşten gelen ısının yaşadığımız bu muhteşem doğaya ne kadar zarar verdiğini bilmeyenimiz kalmamıştır.  Bu öyle böyle bir zarar da değildir. O, santimlik incelme ve delinme sonucunda yeryüzünde kutuplarda bulunan buzullar erimeye başlamış, seller, depremler tetiklenmiş, soğuk ortama alışık canlı türleri neredeyse yok olma tehlikesiyle karşı karşıya kalmışlardır. Ayrıca fazla sıcaklıktan dolayı sular azalmış ve kuraklık tehlikesi ve çölleşmeyle karşılaşmaya başlamışız.

     Biraz da güneşin üşüdüğü şehre doğru yol alalım. Türkiye’nin kuzey doğu bölümünde denizden yaklaşık iki bin metre kimi yerlerinde ise üç bin metrelere kadar çıkan yüksekliklerde Orta Asya göçleriyle birlikte kurulmuş bir şehir yerleşim merkezidir Ardahan. Bu şehir muhteşem doğasıyla bölge halkına göz doldururken, uç noktada kalmasıyla birlikte de yeterli devlet desteği alamayan ve tam olarak gelişemeyen bir şehirdir. Ancak, her ne kadar az gelişmiş olsa da insanlığın çok geliştiği, Rahmetli Aşık Şenlik’in dediği gibi “edep erkanın orada olduğu”, garip guraba dostu, biraz ilkel ve çok doğal bir ortamın yaşandığı, doğal hayatın muhteşem sunumuyla adeta cezbedici bir şehirdir.

     Binlerce dönüm ormanları, binlerce dönüm doğal meraları ve arazileri, bin bir çeşit bitki florası, kura nehri gibi özel bir su ve enerji kaynağı, iki önemli gölü, vadileri, meyve bahçeleri, tarihi kaleleri, muhteşem kazı, balı, sarı balığı, Allah’ın bir hikmeti olan Damal İlçesindeki dağlara vuran Atatürk Silüeti, Asya’ya açılan üç önemli sınır kapısı, Yalnızçam’da ki kayak tesisleri ve doğal güzellikleri ile muhteşem sunum yapmaktadır her canlıya.

     Peki, neden güneş üşür bu şehirde? Evet, güneş bile üşür bu şehirde. Buna özellikle orada yaşayan insanlar dahil olmak üzere oraya turizm ya da zorunlu bir iş gereği giden herkes şahit olmuştur. Kış mevsimi herkesin malumu soğuk geçen bir mevsimdir. Özellikle de kar yağışı ve don olaylarının çokça görüldüğü bir mevsimdir. Bununla birlikte bu mevsimde güneş çok az görülür ve ısı etkisi de çok çok azdır. Öyle böyle değil bu mevsimde özellikle Ardahan’da termometreler -30’ları, -40’ları gösterir. Her taraf adeta donmuştur. Ancak, bu şehrin insanları bu duruma meydan okurcasına çoğu zaman eldiven ve palto bile giyinmeden sokaktadırlar. Güneş olsa bile siz onu aydınlatma görevinin dışında ısıtma işleviyle hissedemezsiniz. Yani var olan bir şeyi yok sayma gibi durumla karşı karşıyasınız. Güneşli havada canlının üşümesinin tek adı vardır orada, o da güneşin üşüdüğü şehir diye adlandırılır. Düşünün koskoca yüz yirmi üç kilometrekarelik alan ve elli metreye yaklaşan derinliğiyle donan/buz tutan Çıldır Gölü’nü! Burada yaşayan insanlar adeta kara, buza ve güneşe meydan okurlar. Burada güneş vardır ama insan neredeyse donma noktasına gelirler. Siz güneşin ışığı dışında ısıtma anlamında zerresini hissetmezsiniz.

     İşte güneş bir şehirde böyle üşüyor. Güneş üşüyor ama insanları bir o kadar ısınıyor. Yani samimiyetleri, ilgileri ve yaşamla mücadeleleri ile yürekleri ısıtırlar. Özellikle de şehre giden yabancı insanlar, turistler bu insani sıcaklığı, ilgiyi, yakınlığı ve dostluğu iliklerine kadar hissederler. Hatta batıdan +20 derecelerden gelmiş insanlar bu insani sıcaklığı öyle hissederler ki, güneşin üşüdüğü için ısıtamadığı ruhlarını insanlarının yürek ısılarıyla giderirler. Oyunlar oynar, müzikler yapar, atlı kızaklarla, patenlerle kayar, buz üstünde yakılan semaverde verilen sıcak çayı yudumlar ve gölden Eskimo usulü çıkarılan ve tereyağında kızartılan sarı balığın enerjisiyle aylarca idare edebilecek kadar enerji birikimi ile mesut ve mutlu olarak güneşin üşüdüğü şehre veda ederek ayrılırlar oradan. Tek fark sadece orada yaşayan insanlar oranın doğal sorunlarıyla mücadele etmeye devam ederler.

    

Devamı
Milyoncuklar

Yaklaşık iki üç yıldır dünyayla birlikte bir ekonomik kriz yaşıyoruz. Ancak, gördüğümüz kadarıyla dünya ülkeleri bu ekonomik krizden çok etkilenmişe benzemiyorlar. Neden, diye sorarsanız şöyle açıklanabilir. Amerika’da yüzde onlar civarında bir enflasyon ya da fiyat artışında kıyametler kopuyor. Halk tepki gösteriyor. Devlet önlemler almaya başlıyor. İşsizlik vs. zaten hiç yokmuş gibi duruyor. Çünkü, işletmeler vs. kapanmıyor. Hayat bir şekilde normal seyrinde devam ediyor. İşsiz kalanlara da insanca yaşayacak kadar destekleme veriliyor.

Avrupa’ya baktığımız zaman, Amerika’nın biraz ilerisinde bir tabloyla karşılaşıyorsunuz. Orada da iş kayıpları çok fazla değil. Enflasyon ve fiyat artışları yüzde yirmilerde gibi. Halk tepkisini koyuyor. Devlet, hızlıca önlemlerini almaya başlıyor. İşsizlik vs. yüksek olmuyor. İşsiz kalanları devlet finanse ediyor. Yani halk aşırı bir sıkıntı yaşamıyor.

Asya’da, Avrupa’da, Afrika’da savaşların olduğu ülkelerde bile bizdeki kadar yaşam zorluğu, fiyat artışı ve enflasyon yaşanmıyor. Petrol, o ülkelerde bile bizden kat kat aşağıda fiyatlarla satılıyor. Zaten petrol fiyatları aşağıda olunca yaşam da kolaylaşıyor.

Ülkemize baktığımızda enflasyon devletin açıkladığı yüzde yetmiş üç, bağımsız kuruluşların açıkladığı yüzde yüz elliler. İşsizlik had safhada. Gençler sokaklarda. Emekliler perişan. Esnaf kan ağlıyor. Üretici bin pişman. Tüketici yoksullukla boğuşuyor. Kiralar üçe dörde katlandı. Ev ve araba almak orta gelirli için bile artık hayal olmuş. Üniversite mezunu gençler işsizlik bir yana devlete olan borçlarından dolayı haciz ve baskı altında (neyse ki faizlerinden vs. vaz geçildi). Ama hâlâ borçlu hâlâ borçlu.

Bir milyon olmuş bir lira. Sanki bakkaldan sakız alıyorsun. Neyin fiyatını sorsan biraz da alaycı ifadeyle bir milyon-cuk tabiriyle karşılaşıyorsun. Sanki bu ülkede herkes milyoner. Çocukluğumuzda milyoner ifadesini üç beş kişinin varlığıyla tanırdık. Sabancılar, Koçlar vb. Şimdi, sanki herkes milyoner. Vatandaş, iki kişi emekli olmuş, aldığı ikramiyesi toplamda üç yüz dört yüz bin lira varsa biraz da birikimini ekliyor beş altı yüz bin lira orta sınıf bir araba bile alamıyor, kaldı ki ev alsın.

Yaklaşık on beş gündür Balıkesir’in Edremit ilçesindeyim. Sürekli sahada oldum. Biraz araştırma yapayım istedim. Sonuçta tatil beldesi bir yer. Özellikle de orta ve dar gelirli vatandaşların tatil yaptıkları bir bölge. Birçoğu ev ortamına gelmiş, birçoğu ucuz pansiyonlarda kalıyor. Bir kısmı da oteli vs. tercih ediyor. Zaten sağ olsun belediye plajları halka açmış insanlar şemsiyesiz hatta şezlongsuz kumda idare ediyor. Tabi adına tatil denilecekse tatil. Önemli olan çoluk çocuğunun zevklerini tatmin etmek. İnanın birçoğu tabiri caizse -kuru kalabalık-.

Onlarca emlakçıyla konuştum, yüzlerce satılık ev mekanına ve arsaya götürdüler. Milyonun altında fiyat görmek neredeyse imkânsız. “Bir milyonum var” dediğiniz de insanlar gülüp geçiyor. Abi, “bir artı birler, elli m2 yer bir milyona bile zor” diyorlar. İki üç milyoncuğun yoksa normal bir daire bile alman mümkün değil. Geçen yıl üç yüz bin lira istenen üç yüz m2 bir arsaya bile şimdi yedi yüz elli bin lira isteniyor. Yani özetle milyonlar olmuş bir lira. O da kimsenin elinde yok. Yani insanlar bir liraya muhtaç kalmış durumda. Ev kiraları bile İstanbul’la yarışıyor. İstanbul’da normal bir semtte iki artı bir dairenin kirası yedi- sekiz bin lira olmuş, burada da neredeyse İstanbul’la yarışılıyor.

Plajlarda bir mısırın fiyatı yirmi lira, bir simit on lira, pamuk şekeri on lira, dondurmanın topu on lira bir başka yerde on beşi de gördük. Yani yazacak onlarca şey var ki, yazmaya bile yer yetmez. Şimdi bu kadar olumsuzluğun yaşandığı başka bir ülke var mıdır, bilmiyorum. Dünyada indirimler gerçekleşir, bizde zamlar gelir. İş kontrolden çıkmış gibi duruyor. Devletimizin bu kontrolsüz fiyat artışlarına kesin çözümler üretmesi gerekir. Kanunla mı önleyeceksiniz, kanun çıkarın. Farklı bir yöntem mi izleyeceksiniz onu uygulayın. Vatandaşlarının yaşamlarını kolaylaştırmak, her sosyal devletin asli görevidir.

Vatandaşınızı elinde olmayan “milyoncuklara” esir etmeyin. Piyasayla oynayan vurgunculara, dolandırıcılara, sahtekârlara fırsat vermeyin. Bunu önlemenin yolu çok basit bir şekilde mecliste çıkaracağınız ağırlaştırılmış bir ceza kanunuyla çözmeniz mümkün. Hatta daha da önemlisi ana sınıflarından başlayarak, ilkokullarda, ortaokullarda, liselerde hatta üniversitede bile ahlâk ve ahlâk kuralları derslerinin konması ve kesinlikle uygulanmasından geçer. Eğitemediğiniz toplumlara-bireylere bir şeyler öğretemezsiniz. Söylemler değil, eylemler önemlidir. Eyleme dönüşmeyen bir söylemin kıymeti harbiyesi yoktur.

Bir tatilde böyle -milyoncuklara- kafa yormakla geçti. Yeni bir yaz tatilinde buluşmak dileğiyle, kalın sağlıcakla.

Yaşar GELER

Devamı
Sen de haklısın, ben de haklıyım

Değerli okurlarım, şu son zamanlarda meydana gelen ekonomik krizin etkileriyle oluşan ev kiralama-kiracı ve ev sahibi ilişkilerine değinmek istiyorum. Durum öyle bir hâl aldı ki neredeyse içinden çıkılamaz bir durumda kalındı. Kimse de bu duruma dur diyemiyor.

     Neyse ben birazdan bu duruma bir yorum getireceğim ama önce şu Nasrettin Hoca fıkrasıyla başlamak istiyorum.

     Nasreddin Hocanın iki arkadaşı arasında anlaşmazlık çıkmış. Birbiriyle münakaşa edip küsüşmüşler.                                                                                                                                                      

Önce arkadaşlarından biri gelerek Hocaya derdini anlatmış.                                                                       

Nasreddin Hoca, arkadaşını sakinleştirmek için                                                                                                      

─ Haklısın.                                                                                                                                                                    

Demiş ve arkadaşını uğurlamış.                                                                                                                                             

Sonra da diğer arkadaşı Hocanın yanına gelerek derdini anlatmış.                                                              

Nasreddin Hoca, o arkadaşını da sakinleştirmek için                                                                                                               

─ Haklısın.                                                                                                                                                          

Demiş ve uğurlamış.                                                                                                                                                                    

Olup biteni gören Nasreddin Hocanın hanımı dayanamayarak Hocaya sormuş                                                      

─ Yahu Hoca Efendi, sen ikisine de haklısın dedin.                                                                                                                   

─ Hiç ikisi birden haklı olur mu?                                                                                                                           

Nasreddin Hoca, biraz düşündükten sonra cevap vermiş                                                                                           

─ Bence sen de haklısın.

     Sanırım yazımın ip uçlarını da vermiş oldum. Şimdi özellikle İstanbul olmak üzere büyük kentlerde oturan ve çoğunluğunu da ücretlilerin oluşturduğu hatta sadece ücretli demeyelim, emekli ve asgari ücretlinin yoğun olduğu kesimlerin bu şehirlerde yaşadıklarına bin pişman oldukları bir süreci yaşıyoruz.

     Vatandaşın birisi hasbelkader bir ev edinmiş içinde oturuyor. Bir miktarda belki borç harç aldığı ve gelecek yatırımı saydığı ikinci bir ev almış. Doğal olarak da bu evini kiraya veriyor. Yani bu saydığım kriterde evi olan insan için geçim kaynağı o evi. Tabi ki birden fazla evi olup tam bir yatırım ve ticari amaçlı kiraya verenlerde vardır.

     Diğer yanda da özellikle Anadolu’dan gelmiş karnını doyurmak uğruna herhangi bir iş bulmuş asgari ücretle hatta bazen daha aşağılarda ücretle çalışan gariban insanlar var. Hem karnını doyurmak için mücadele ediyor hem de barınmaya çalışıyor. Bir başka tarafta yine azımsanmayacak sayıda kamu görevlisi var kent dışından gelmiş ve ücretli çalışan. Bunların durumu da hiç farklı değil. Hem barınma hem karın doyurma. Bunlardan farklı olarak da esnaf kesimi var. Özellikle de zincir marketlerin esiri olmuş durumda bulunan esnaflar. Bunlar da yine hem barınma hem karın doyurma derdindeler. Bu saydığım üç kesimin de çoğunluğunun kendi evleri yok ve kiracı durumdalar. Hatta bugünden itibaren de bu kesimler için ev alma uzayda yaşama hayalinden farklı olmasa gerek!

     Şimdi gelelim bu iki ev sahibi ve kiracı arasındaki ilişkiye. Daha bu yıla kadar bu kadar zorlu geçmeyen bu ilişki bir şekilde sulh içinde yürürken 2022 yılından itibaren kangrene dönmüş durumda. Ha bu arada bir yandan da deprem gerçeğine karşın kentsel dönüşüm hamleleri ve birçok yapının yıkılması ile kiralık durumda olan evleri yok sattırdı. Düşünün bir mahallede 2-3 bin konut bir anda yıkılırsa ev bulabilmeniz mümkün mü? Şehrin konut stoku bunu karşılayabilir mi? Peki, kriz nereden çıktı? Doğal olarak bu soruyu sorarak başlamak gerek. Kriz, bir zamanlar dış güçler dediğimiz hayali saldırganların ekonomimize saldırılarından. Bir başka tezle dünyanın çeşitli ülkelerinin savaş halinde olmalarından petrole gelen zamlarla vs… farklı farklı tezler üretildi. Ancak gelin görün ki, hayali dış güçler saldırılarını bitirdikleri halde Dolar, Euro, Altın ve petrol fiyatları ne hikmetse bizde düşmüyor. Dünyada varil fiyatı düşse de bizde sürekli yükseliyor. Dünyanın çeşitli ülkelerinde enflasyon %3-5-8 en fazla olanda %10’u geçmezken bizde %100-150 hatta kimi teorilere göre %300’leri buldu. Çünkü bir yıl önce 7 lira olan mazot bugün 30 lira ise, bu artış %300 değil de nedir? Zaten akaryakıta gelen zam demek kullandığımız her şeye aynı oranda yansıyan fiyat artışı ve enflasyon demektir.

     Şimdi bu kadar geçim sıkıntısı doğal olarak fakir zengin herkesi etkiliyor. Özellikle de yukarıda bahsettiğim dar gelirli, orta sınıf dediğimiz ücretli kesimi etkiliyor. Şimdi bununla birlikte doğal olarak ev sahipleri piyasada geçim zamlandı benim evimin getirisi de fazla olsun ki ben de o parayı alıp karnımı doyurayım, geçineyim diyor. Şimdi bu pencereden baktığımız da ev sahibi haklı. Piyasada fiyatlar %150-300 artmışsa ben de evimin kirasını %150-300 artırıyorum diyor. Diğer tarafta bulunan kiracılara bakıyorsun, maaşına %150-300 zam alamamış ama piyasa %150-300 zamlanmış. Ev sahibi de yüzde 150-300 zam istiyor. Peki bu kiracının aldığı zam halen %40 belki biraz daha yapılırsa %70’i falan bulacak. Çünkü, devletin resmi verileri %70’leri ifade ediyor. Kendine gelen %70 zam piyasaya ödeyeceği ve ev sahibine vereceği %150-300 aralığında bir zam. Şimdi size soruyorum, bu kiracı adam bu zammı nereden ve nasıl ödeyecek? Doğaldır ki ödeyemeyecek ve ev sahipleriyle çatışma başlayacak. Çünkü kiracı da haklı.

     Şimdi bakalım; ev sahipleri haklı, kiracılar da haklı… Tarafsız bir pencereden baktığımız da bizde haklıyız. Şimdi gel de Nasrettin Hoca’yı arama ve anma. İşte tam da burada devletimizi yönetenlere iş düşüyor. Hem TOKİ hem de belediyelerin konut şirketleri aracılığıyla evi olmayan dar gelirliye, kiracıya, ücretliye konut üretmek. Birçok yere harcanan paranın belki de yarısı kadarını harcarsanız bu insanları mağdur etmeden, hani o dış güçler dediğimiz ülkelerin kendi insanları için ürettikleri sosyal konutlardan üretip maaşlarından da vergiyi aldığınız gibi evin parasını da direkt bordrosundan keserek alabilir bu sıkıntıyı da en kısa zamanda çözebilirsiniz.

     Ticari düşünmeyi değil sosyal düşünmeyi seçin.

     Varlıklının varlığına varlık katmasına değil, dar gelirlinin refahını yükseltme yolunu seçin.

     Çünkü, sizin bu dar gelirlinin oylarına ihtiyacınız var.

     Çünkü, sayısal olarak dar gelirliler diğer varlıklı kesimin onlarca katı nüfusa sahipler.

     Umarım bu yazım bir yerlere ışık tutar.

Yaşar GELER

Devamı
Ev Danası Öküz Olmaz

Ancak, öncelikle bu sözün içeriğinde geçen sözcüklerin anlamlarının bilinmesinde yarar vardır. Ev danası, büyük baş hayvanların yavrusu demektir. Küçükken dana, biraz büyüdüklerinde erkeğine buzağı, dişisine düve denir. Daha büyüdüklerinde ise, erkeği öküz, dişisi inek olur. İnsanlarda olduğu gibi hem cinslerin küçüğünden büyüğüne Anadolu’da en çok kullanılan atasözlerinden birisidir. Hatta tüm yurtta kullanılan bir atasözüdür. Çünkü, çok derin bir anlam taşır. doğru sıralanması şeklindedir.

Biraz da bunların görevlerinden söz etmek yararlı olacaktır. Dişi olan büyük baş hayvanlardan inek, özellikle doğurmak ve süt vermek üzere kuruludur. Erkek olan büyük baş hayvanlardan öküz ise, genellikle iş konusunda, çalışma konusunda söz sahibidir. Yani asıl yükü taşıyan bir özelliğe sahiptir. Bu tür beden gücü yüksek öküzler genellikle seçerek alınır. Çünkü, dayanıklı olmayanlar kısa sürede yaşamlarına veda ettirilirler. Yani ya kesilerek et olurlar ya da satılarak başka evlere giderler.

Nedendir bilinmez ama evden yetişmiş bir erkek hayvanın öküzlüğü yani o eve verimliliği pek kabul görmez. Bazen düşünüyorum, acaba ev ortamında çok rahat yetiştiğinden mi yoksa çok şımarık yetiştirildiğinden mi böyle bir kanıya varılmıştır diye. Ancak çok da anlamlandıramıyorum. Oysa ki hemen her erkek cins zaten yaradılışı gereği biraz daha güçlü, kuvvetli olur. Özellikle dışarı işlerinde çok çalışkan ve başarılı olurlar.

Ama neden evden yetişen fazla değer görmez ki?

Neden hep başkasının malı daha kıymetli olur ki?

Neden hep başka yerlerden gelen etkiler çok anlamlı ve değerli olurlar ki?

… bunlar uzar gider.

Şimdi ben birazda insanların yaşamlarını da etkileyen bu atasözüne biraz değinmek istiyorum. Örneğin, bir okul içerisinde çalışan öğretmenlerden herhangi birisi bir şeyler yapmaya kalkışırsa çok değer görmez.

Yani bizim öğretmen işte ne yapabilir ki?

Yani benden nesi fazla ki?

Yani benim bilmediğim neyi biliyor ki?

Ya da bir doktoru düşünelim:

İşte aynı ortamdayız ya bu doktor aynı okulda okudu, benden fazla ne öğrenmiş olabilir ki?

Yani benim bildiğim sağlık tezlerinden farklı ne bilebilir ki?

Doktorun doktordan fazla bir şeyi olamaz ki?

Ya da bir avukatı düşünelim:

Bu avukat aynı Hukuk fakültesinden mezun ya benden fazla hukuk bilgisi olmaz ki?

Benim öğrendiğim kanunlardan başka kanun yok ya bu neden fazla bilgili olsun ki?

Aynı ortamlarda davalara giriyoruz, mahkemelerde görev yapıyoruz, farklı bir şeyi olması mümkün değil ki?

Şimdi bir düşünelim bakalım, neden bu insanlar kendi ortamlarından çıkmış insanların farklılıklarını kabullenmezler? Her insanın, bir başka insandan mutlak bir farklılığı vardır. Aynı okullarda okunmuş olsa bile, aynı ortamlarda çalışılıyor olsa bile, aynı işleri yapıyor olsalar bile mutlaka birinin diğerinden farklı bir yanı ve farklı bir yönü vardır. Var olmasına vardır ama kabullenilmesi zordur sanırım. Kabullenilmek ya da kabul görmemek tamamen karşı tarafın içerisindeki duygu yetersizliğinden ve kıskançlıklarından kaynaklandığını düşünüyorum. Halbuki kişiyi eksik, yetersiz, farklı görmemek ya da kabullenmemek yerine empati yapmanın daha doğru olacağını düşünmenin sağlıklı olacağını düşünüyorum.

Oysa ki kim olursa olsun, tek tip beyne, tek tip bedene, tek tip boya, tek tip akla … sahip olunmadığına göre farklılıklarımızı kabullenmek ve onları farklı yerlerde görmeyi de içselleştirmek gereklidir. Hatta ve hatta kendi içinden çıkan başarılı bireylere daha fazla değer verip daha çok ön plana çıkarmayı başarırsak kendimizi de yüceltmiş olmaz mıyız? Farklı bireyleri ve onların farklılıklarını kabullenerek kendimizi de onların kategorisine çıkarmak için çaba harcamamızın zamanı gelmişte geçiyor bile! Ancak, bu anlatımdan çıkan bir sonuç var ki; o da hiçbir atasözü anlamsız değildir. Birçok deneyim sonucunda ortaya konmuş ve günümüzde de sürüp giden bir olgu olarak ortadadır. Bilmem bu durum zamanla değişir mi ama kısa vadede ve insanların içindeki kıskançlık ve çekememezlik duyguları yok edilemediği sürece değişmeyecek gibi gözüküyor. Aslında sloganımız şöyle olmalı; Kıskanma, destekle!

Yaşar GELER

 

 

 

Devamı
SABAH OLA HAYIR OLA

Şu genç neslin hali ne olacak bilemiyorum. Ümitsiz, mutsuz, biçare…

  1. son bir gayret gözünü dikmiş devlete. Ne olursa olsun devlette bir işim olsun diye yanıp tutuşuyor.
  2. bugün TV haberlerinde izledim. Bir emlakçı elinde elli civarında fabrika binası olduğunu, alıcı olarak bir tek bile soran olmadığını anlatıyordu. -Onlarca fabrika kapanıyor. -Onlarca fabrika küçülüyor. Onlarcası el değiştiriyor. -Depolar bomboş, üretim yapılamıyor. -Üretim yapılamadığı için çalışanlar işten çıkarılıyor. -Binlerce işçi işsizler ordusuna katılıyor. Otuzlu, kırklı yaş grubunda insanlar işsizlikle, açlıkla, yoksullukla mücadele etmeye çalışıyor. -Onlarca evli işsiz çiftler boşanıyorlar. Buna bağlı olarak da bir çocuk dağılmış yuvalarda ebeveynsiz kalıyor. Psikolojik sarsıntılar geçiriyor. Anasız ya da babasız büyümeye mahkûm oluyorlar. -Birçok gencimiz intihar ederek yaşamına son veriyor. -İşyerlerinin kapasiteleri yüzde yüzlerden yüzde altmışlara, yüzde yetmişlere gerilemiş. -Kredi borçluları kredilerini yaptıkları planlarına uygun olarak ödeyemedikleri gibi hem evleri, iş yerleri hem de tüm varlıkları ellerinden gidiyor. -Sosyal, psikolojik ve ekonomik çöküntü sınırları zorluyor. -Eğitim ve kültür erozyonu had safhalarda. -Özelliklede engelli vatandaşlar işsizlik anlamında zor durumda. -Her gün onlarca CV alıyorum, ne olur bana iş bulmam konusunda yardımcı ol diye. -Eğitimciler işsiz, mühendisler işsiz, psikologlar işsiz, hukukçular işsiz… -İnsanların birbirine güveni kalmamış. -Hatır çekleri ödenemiyor. Alacaklı verecekli köşe kapmaca oynuyor. -Borçlular borcunu ödeyemedikleri için kayıplara karışmış. Alacaklılar vereceklisinin kapısında nöbet tutuyor. -Öğrencisi öğretmenini dinlemiyor. Velinin kaprisi çekilmiyor. Öğretmenler çaresizlikten kıvranıyor. -Para kazanma derdinde olan doktor, vardiya yapıyor. Vardiyada çalışan doktor önüne konulan evraka bile bakmak istemiyor. Aile Sağlığı Merkezi doktoru gibi sadece ilaç yazıp bir an önce hastasından kurtulmak istiyor. -Kimi çalışanlar amirlerine yaranabilmek için bir tek takla atmadıkları kalıyor. -Diğer yandan baktığınızda her yer tıka basa insan dolu. Herkesin elinde bir alışveriş paketi var. -Hem küresel hem ulusal abluka altına alınmış bir ekonomik kıskacın altına girmişiz. -Binlerce dönüm tarım arazisi kullanılamaz halde bekli bekliyor. -Tarım ülkesinde yetiştirilmesi gereken ürünlerin neredeyse yüzde ellisini ithalat yoluyla temin ediyoruz. -Hayvancılık ülkesiyiz ama eti bile dışarıdan ithal ediyoruz. -Hayvan yemi, gübre vb. ürünleri bile yeterince üretemiyor, başka ülkelerden alıyoruz. -Her yıl milyarlarca dolar sadece ve sadece oyuncak için başka ülkelere gidiyor. -Bilişim ve benzeri teknolojik ürünler için bile ithalata milyarlarca dolar akıtıyoruz. -Üretim değil tüketim toplumu olma yolunda neredeyse dünya birinciliğine oynuyoruz. -Birçok alanda dışa bağımlı olduğumuzdan ve küresel ekonomik saldırılara maruz kaldığımızdan da ithal ettiğimiz her şeyi iki katı fiyata almak durumunda kalıyoruz. -Neredeyse her gün bir çalışan rüşvet ve yolsuzluktan gözaltına alınıyor. İşinden kovuluyor. - bir sürü sıralayabiliriz.

İşte ‘’bu ahval ve şerait içinde dahi …’’ geleceğimizi korumak elimizdedir diye düşünüyorum. Türk milleti tarihi boyunca çok badireler atlatmış. Çok zorluklar çekmiş ama bir şekilde bu zorluklardan kurtulmayı başarmış bir millettir. Özünü kaybetmeden, değişimlere ayak uydurmayı başarabilmiştir.

Ülkemin ve yöneticilerimin önceliği gençlik olmalıdır. Gençliğe dönük projeler üretilmeli, istihdam yaratıcı üretime dayalı politikalar oluşturulmalıdır. Gençliğin sorunu çözüldüğünde ülkenin sorunlarını da çözmüş olursunuz. Bekleyip görelim.

Hani derler ya; sabah ola hayır ola.

 

Devamı
İlaca Bağlı Yaşamak

İnsanların yaşamları pamuk ipliğine bağlıdır. Bir de bakıvermişsin ki iplik kopmuş ve yoksun. Hayat işte yapacak bir şey yok. İnsan var olduğu gibi, günü geldiğinde de yok oluyor. Bir nevi varlıkla yokluk arasındaki ince çizgiden geçiş gibi de algılanabilir. Bu çizgi öyle bir çizgi ki anlayabilmek mümkün değil. Ancak, çizgiyi geçtiğinde yanlış yerde olduğunu fark edebiliyorsun. İşte o zaman başlıyor yaşam mücadelen. Hadi koş o doktor senin bu doktor benim. Ya da o hastane olmadı bu hastane. Hatta bazen yurt içi yetmiyor ve paran da varsa hadi bakalım yurt dışı tedaviler.

     İnsanın yaşı birazcık ilerlemişse, yani doğal deformasyon başlamışsa vay geldi haline. Buna sanırım tıpta biyolojik yaşlanma diyorlar. Biyolojik yaşlanmayla birlikte artık bedende normal geriye doğru değişimler baş gösterir. Neredeyse tüm vücudunla, bütün organlarınla savaşmaya başlarsın. Gerçi günümüzde yaşlanmaya da gerek kalmadı suni yaşamla birlikte çocuğundan gencine herkes aynı duruma geldi. Zaten canlı anatomisi öyle bir şey ki zincirin halkaları gibi biri diğerini takip ediyor. Yani birinde başlayan bozulma diğerine de sirayet etmeye başlıyor. Hatta şöyle demekte yarar vardır sanırım. Bir organla ilgili olarak başladığın tedavi ile onlarca farklı tedaviye gereksinim duyarsın. Tedavi derken de aklımıza ilk olarak ilaçlar geliyor doğal olarak. Tedaviye ilaçla başlandığından ve neredeyse yan etkisi olmayan bir ilaç henüz bulunamamış olduğundan aldığın o ilacın yan etkisi başka bir organa zarar verebiliyor. Bu kez hadi onu kurtaralım derken başlıyor başka bir ilacın yan etkisi yani zincir etkisi süregeliyor. Hani domino taşı yıkımları var ya ben ona benzetiyorum bunu. En ağır darbeyi de doğal olarak ilk gittiği yer olan mide alıyor. Bu kez de başlıyor mide korumalar için alınan ilaçlar. Peki, bununla bitiyor mu süreç? Tabi ki hayır. Bu kez de Midenin deformasyonu başlıyor. Hadi bir de mideyi koruyalım vs. derken başlıyor bağımlılık. Yani insan yaşamı artık ilaçlarla bağışık yaşamak durumunda kalıyor. Kendimde dahil olmak üzere tanıdığım ve bildiğim yüzlerce hatta binlerce hatta diğer kanallardan da edindiğimiz bilgiler üzerine milyonlarca insan ilaca bağımlı olarak yaşamak durumundadır.

     Evet, tıp bilimi neyi gerektiriyorsa elbette ki onu yapmak ve uygulamak durumundayız. Aksini düşünmek bile cehaletin ta kendisi olur. Ancak, insan şunu düşünmeden de edemiyor; acaba bu ilaç endüstrisi bu işi bile isteye mi böyle yapıyor? Yani bir hastalığın tedavisinde uygulanabilecek bir ilacı bulabilen ve üretebilen bilim onun yan etkilerini minimize edemez mi? Hatta sıfırlayamaz mı? Sanırım edebilir. Ancak, bu kez zincirin halkası kopacağı için ilaç endüstrisi/sanayisi sekteye mi uğrar acaba? Galiba öyle olur. Bunun için de istenmez diye düşünüyor insan.

     İşte insanların yaşamları maalesef ki ilaca bağlı olarak, yarım yamalak, bir yanı eksik, yediğinden çok yemediğini düşünmekle, yaptıklarından çok yapamadıklarını hayal etmekle sürüp gidiyor. Bir yandan da bu zincirin bir halkası olan ilaca erişim sağlayamayan binlerce insanın yalvar yakar olduklarına tanık oluyoruz. Yaşamları pamuk ipliğine bağlı SMA’lı bebekleri mi dersiniz, milyonlarca lira ödenerek alınmak zorunda kalınan kanser ilaçlarını mı dersiniz, milyarlarca liralar harcanmak zorunda kalınan ameliyatlara erişemeyen insanlar mı dersiniz, SGK’nın geri ödeme listesine alınamayan tedavi giderlerini mi dersiniz, oksijen tüplerinden oksijen soluyabilmek için, solunum cihazlarının çalışabilmesi için elektrik faturalarını dahi ödeyemeyen vatandaşlar mı dersiniz? Bunlara onlarca hatta yüzlerce örnekler verilebilir. İşte ilaca bağlı yaşamak böyle bir şey olsa gerek! Günümüzde her ev olmuş bir ilaç deposu…

Devamı
Buzdan Gelen Sıcaklık

     Doğal kış mevsiminin vazgeçilmezidir kar ve buz. Kar bir yağış türüdür. Bu yağış türü doğanın can damarıdır. Hatta damarlarda dolaşıma giren kan gibidir kar. Doğayı besleyen, büyüten ve diğer canlılara besin üreten bir olgudur kar. Buz ise, karın ve suyun daha çok soğuk havayla buluşması sonrasında ortaya çıkan donmuş su kütlesidir.

     Şimdi biraz uzaklara, çok uzaklara yurdun en uç noktasına Kuzeydoğu Anadolu’ya gidelim. Yolculuğumuzun sonunda yüz yıllara meydan okuyan, tarihlere konu olmuş, efsanelere girmiş, uç beyliği, sancak beyliği ve eyalet olmuş bir yer burası. Neresi mi? Burası Çıldır. Çıldır coğrafyası itibariyle yaklaşık iki binli rakımda bulunan bir şirin ilçe. Aslında ilçeden çok ilçenin farklı bir özelliği olan yerle ilgili olacak anlatımım. Evet, Çıldır’dan Kars’a doğru yol aldığınızda yaklaşık beş on dakikalık bir yolculuktan sonra Doğu Anadolu’nun ikinci büyük gölü hatta denizi sayabileceğiniz Çıldır Gölü’ne varırsınız.

     Yazı bir başka güzel, kışı bir başka güzeldir Çıldır Gölü’nün. Yaz aylarında üzerinde festivallerin yapıldığı, balıkçı teknelerinin yüzdüğü, insanların serinlemek için girdiği, hatta onlarca hayvan ve kuş türlerinin barınağı olduğu özellikle de bağrında barındırdığı meşhur Sarı balığı (sazanı) ve diğer balık türleriyle her zaman muhteşem duruşunu gösterir. Yaz ve kış çevresindeki yüksek yerlerden akıp gelen dere ve kar suları ile beslenir. Yüz yirmi üç kilometre karelik bir alana sahiptir.

     Evet, kar ve buz oluşumları yaklaşık sıfır derece ve altındaki ısı düşüşlerinden ortaya çıkar. Zaten Çıldır Gölü’nde kış mevsimi süresince neredeyse hemen her zaman eksi yirmilerin altına hiç inmez sıcaklık. Yalnız belki de yüz yıllardır değişmeyen tek gerçek vardır ki bu eksiler düzeyindeki sıcaklıklarda bile insanlar çoğu zaman eldiven, şapka ve kalın giysilere ihtiyaç duymadan yaşayabilmişlerdir. Özellikle de kış aylarında balığın en lezzetli olduğu zamanlarda bile insanlar eskimo usulü balık avlama tekniğinden vazgeçmemiş ve bu geleneği günümüzde de sürdürmektedirler. Tutulan balıklar bölgenin doğal balıkçı mekanlarında nefis tereyağında kızartılmaya başlarken müşterilerin beğenilerine sunulur. Diğer yandan da atlı kızaklar gölün engin buz üstü yolculuklarıyla insanları hoş tutmaya çalışırlar. Hatta halaylar çekilir, horonlar tepilir, müzikler söylenir, maniler çağrılır.

     Doğal olarak mevsim ve mevsime bağlı olarak soğuk ortamların olmasına karşın, bu coğrafyada yaşayan insanların içine bir sıcaklık düşer. Bu öyle bir sıcaklık ki, eksi otuz derecede bile insanların kanı kaynar. Bu öyle bir kaynama ki soğuğu bile hissetmezler. Soğuğu hissetmedikleri gibi göle gelen yerli ve yabancı turistlere o sıcaklığı yansıtır ve yaşatırlar. O sıcaklık öyle bir sıcaklık ki, buz üstünde doğanın müthiş büyüsü ve karın ihtişamıyla birleşerek insanlara neşe ve eğlence kaynağı oluşturur. İnsanların mutlu olmamaları için hiçbir neden kalmaz.

     Sıcaklık derken herhangi bir sobanın ya da kalorifer peteğinin ürettiği sıcaklıktan değil, tamamen insanların mutluluğundan ve misafirlerine verdikleri o müthiş enerjiden söz ediyoruz. Kar soğuk, buzun soğuğu yüzümüzü yakıyor ama onun esintisi içimizi ısıtıyor. İşte tam da buradan bir çıkarım yapıyoruz ve diyoruz ki; işte -buzdan gelen sıcaklığın- dayanılmaz esintisi içimize derinden, damarlarımıza, iliklerimize hatta her bir hücremize kadar nüfuz ediyor. Bununla birlikte içimiz ısınıyor, kanımız kaynıyor. Mutluluktan havalara uçuyor, zevkten dört köşe oluyorsunuz.

     Buzdan gelen sıcaklığı yaşamak için yerinde olmak, oraları tanımak ve zevki yaşamak gerekir. Kentlerde kar ya da buz gördüğümüzde yaşamın nasıl durduğunu anlamaya çalışırken, doğuda insanların hatta tüm canlıların en az beş ay gibi bir zaman diliminde nasıl yaşayabildiklerini anlamaya çalışmak sanırım yaşam zorluğunun ne kadar önemli olduğunu anlatmış olacaktır. Bir başka yanıyla da doğada kar ve buz olmadan bolluk ve bereketin gerçekleşmeyeceğini de bilmekte yarar vardır. Doğa, hızla yağan yağmur sularının etkisiyle değil, yavaş yavaş eriyen ve adeta kılcal damarlarına kadar nüfuz eden kar ve buz sularının etkisiyle daha çok önem kazanmaktadır. Dolayısıyla iyi beslenen topraklar verimli olur. Verimlikle birlikte tüm canlıların gereksinim duydukları besinler ve gıda maddeleri de ortaya çıkar.

     Karın, kışın ve buzun bu büyülü dünyasından gelen esinti böylece canlılara her konuda ilham verir ve özellikle insanların içini ısıtarak mutlu eder.

Yaşar GELER

Devamı
DOĞUNUN EKSPRESİ

Cumhuriyetin kuruluşunun hemen sonrasında yurdun dört bir tarafının demir ağlarla örülmesi projelerinden birisiydi Kars demir yolu projesi. Bu kararla birlikte yapılan projeler sonrasında İstanbul Haydarpaşa’dan hareketle Kars’a kadar uzanan bir yolculuk aracıydı doğuya giden ekspres yani şimdiki adıyla Doğu Ekspresi.

O yıllarda otobüs vb. ulaşım araçları olmadığından çok değerli bir ulaşım biçimi olarak duruyor bu demir yolu aracı. Doğu batı arasında diğer bir ulaşım aracı da Karadeniz üzerinden yapılan Gemi taşımacılığıymış. İnsanların bu iki yolu da tercih etme nedeni hem ulaşım hem de taşımacılık olarak kullanılmaktaymış. İnsanlar özellikle hayvanlarını satmak üzere bu ulaşım araçlarını tercih ediyorlarmış. Ancak, biz şimdi demir yolu ulaşımından söz edelim.

Doğu ekspresi yani doğu treninin asıl önemi bence 6 Ekim 1924 tarihidir. Yani Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün Kars’a gelişi bu araçla olmuştur. Bu esnada tüm Kars halkı Kars tren garına dökülmüş ve Gaziyi kendisi için yazılan ve söylenen şu oyunla karşılamışlardı.

Hoş gelişler ola,

Mustafa Kemal Paşa.

Askerin, milletin,

Bayrağınla çok yaşa.

 

Arş arş arş,

İleri ileri.

Arş ileri, marş ileri

Türk’ün askeri…

İşte halk sevgisi böyle bir şeydir. Halk sevdiği insanı böyle bağrına basıyor. Daha ne olsun, işte Doğu Ekspresi’nin var oluşu ve başlangıcı böyle başlar. Sonralarda ise bu tren seferleri çok yoğun bir şekilde sürerek devam eder. O zamanlar yolculuklar öyle kısa süreli olmazdı. Üç gün üç gece süren yolculuklarla insanlar hedefledikleri yerlere varırlardı. Hatta benim de bu trenle tanışmam 1977 yılına gider. Liseden daha yeni mezun olmuştuk ki, ilk kez tren yolculuğumuz üniversite sınavları için Erzurum’a olmuştu. Onlarca öğrenci birlikte bindiğimiz kompartımanda şarkılar, türküler ve sohbetler içerisinde yaklaşık beş altı saatlik bir yolculuktan sonra Erzurum’a varabilmiştik. İlk kez ve ilk heyecandı trene binmek. Taka tuka sesleri arasında büyük bir heyecan ve zevkle yolculuğumuz gerçekleşiyordu. Bir de dönüşü olmuştu bu yolculuğun ama doğaldır ki, ilk gidiş kadar heyecanı kalmamıştı.

Bu trene ait onlarca öykü, onlarca anlatım dinledik. Hatta uzun yolculuklar içerisinde aşık atışmaları vs. de işin farklı güzelliğiymiş. Neyse biz biraz daha yakın zamana dönelim. Uzun yolculukların yerini otobüs, otomobil, kamyon vs. alınca trenin çok cazibesi kalmadı. Evet, seferleri sürmekte olup, cazibesi azalan bir yolculuk şekline dönmüştü. Buna göre hem insanlar hem de yöneticiler farklı cazibe alanları oluşturmak üzere kafa yormuş olmalılar ki, bölgenin turizm merkezine dönüşme fırsatı ortaya çıkmaya başladı. Yani Kars ve Ardahan bölgesinde o kadar çok turizm alanı vardı ki saymakla bitmez. Örneğin, Ani Harabeleri, Kars merkezdeki eski cami, köprü, külliye, hastane ve askeri binaları, taş yapılar, Sarıkamış kayak merkezi ve eski taş yapılar, hanlar, hamamlar. Ardahan bölgesine geçince Çıldır Gölü ve çevresi, Şeytan Kalesi, Kurtkale Vadisi ve meyve bahçeleri, Sınır kapıları, Aşık Şenlik Anıtı ve mezarı, Damal Atatürk Silüeti, Yalnızçam kayak tesisleri ve ormanları, Posof’un yeşil doğası, Göle’nin kaşar atölyeleri, Hanak ormanları, Ardahan Kalesi ve taş yapı kongre merkezleri ve yerleşim alanları gibi onlarca turist çekebilecek alanlar.

Yukarıda saydığım onlarca turizm merkezi dikkate alındığından olsa gerek ki, turizm treni oluşturma fikri ortaya çıkmıştır. Bununla birlikte, turistik doğu ekspresi seferleri olup bölgeye farklı bir turizm ivmesi kazandırmıştır. Ancak yeterli olmuş mudur? Tabi ki hayır. Yeterli olması için bu tren yolunun mutlak olarak Çıldır ilçesine kadar uzatılması ve bu ekonomik canlılığın Çıldır ve Ardahan geneline yansıtılması gerekmektedir.

Doğu Ekspresi, bölgeye muhteşem bir renk katacak, ekonomiyi canlandıracak, insanların yaşam kalitesini daha da yükseltecektir. Kış aylarında Doğu Ekspresi ile Çıldır’a gelen yerli ve yabancı turistler buz üzerinde halaylar çekecek, şarkılar, türküler söyleyecek, Eskimo usulü balık avlayacak, avladıkları balıkları nefis doğal tere yağında kızarttıktan sonra midelerine indirecek, buz üstünde yakılan semaver sobalarında demlenen tavşan kanı çaylarını yudumlayıp içlerini ısıtacak ve atlı kızaklarla buz ve kar üstünde gezintiler yapacak ve akşamda bölgeye has yapılı otellerinde eğlenceli akşam yemeğinin ardından günün yorgunluğunu çıkaracaklardır. İşte, Doğu Ekspresi’nin Çıldır için böyle bir özelliği ve güzelliği vardır. Çıldır ve Çıldır’ı tanımak isteyen herkes için bu bilincin geliştirilmesi gerekmektedir.

Devamı
ORTA DİREK YIKILIYOR

     Direk, bir yapıyı ayakta tutmaya yarayan dikmelerdir. Yani bir binada çatıyı taşımaya yarar. Bu tür yapılarda çok direk vardır. Köşelerde ve ortalarda bulunurlar. Ancak, bir direk vardır ki o olmadan binanın ayakta kalması mümkün değildir. Bu direğe orta direk denir. Orta direk daha sağlam ve kalın olur ki tüm yapıyı taşıyabilsin. Betondan yapılarda da bu direk merkez konumunda olduğundan çok önem taşır.

     Evet, buraya kadar gerçek anlamlı bir direk kavramı üzerinde durdum. Ancak, şimdi biraz daha benzetme ya da uyarlama yoluyla değinilen ve uzun yıllar önce altmışlı ya da yetmişli yıllarla birlikte yaşamımıza giren bir kavramdan ORTA DİREK kavramından söz edeceğim. O yıllarda sözü edilen orta direğin kırılmaya yüz tutmuş, binanın çökme durumuna geldiğini anlatan çok anlamlı dizelerden oluşan bir de halk türküsü olmuştu. Bunu çoğu kesim yıllarca dinledi, ders çıkarmaya uğraştı. Ama nafile ders çıkarmayı bırakın, unutturdular bile. Şimdilerde yaşayan gençliğe sorsan direk nedir bile bilmez sanırım ki orta direği ya da yıkımları anlayabilsin. Öyle sanıyorum ki bu durum bile, isteye yaşamımızdan çıkarıldı. Çünkü artık kimse konuşmaz ya da konuşamaz oldu bu konuda.

El yazıya el yazıya

Duman çökmüş Gölyazı'ya

Kurban olam kurban olam

Beşikte yatan kuzuya

 

El veriyor el veriyor

Orta direk bel veriyor

Döndüm baktım sol yanıma

Mehemmedim can veriyor.

     Evet, o yıllarda şehit edilen ve bir evin direği sayılan bir insan için yakılmış bir ağıt. Orta direk için farklı bir yakıştırma da yukarıda bahsettiğim gibi toplumsal bir kesim için kullanılıyordu. Yani vatanı oluşturan halkın büyük bir kesimi için orta direk deniyordu. Burada kastedilen orta direk, özellikle ücreti çalışan işçi, memur, emekli ve esnaftı. Zaten memleketin nüfus yapısına baktığınızda üstte az sayıda zengin kesim, en altta inim inim inleyen yoksul kesim ve ortada da deyim yerindeyse kendi yağıyla kavrulmaya çalışan o yıllar orta direk dediğimiz ücretli kesimden oluşurdu. Neden böyle sınıflandırma derseniz? Memlekette kuruşu kuruşuna vergisini veren ve asla bunu konu dahi etmeyen bir halk kesimidir orta direk. Yani devletin ekonomisini ayakta tutan tek topluluk. Zavallı yoksul zaten ne bulmuş ta ne vergi versin. Çevresel desteklerle zar zor hayata tutunmaya çalışıyor. Zengin kesime bakıyorsun, her birinin dünyalarca borcu var devlete ve ödemiyor. Bile isteye ödemiyor ki, devlet borcumu silsin, almasın. Hatta kimi zamanlar öyle de olmuyor değil. E geriye kim kaldı? Zavallı bordro mahkûmu çalışan işçiler, memurlar, esnaf, emekli vs… Bunların vergi vermeme ya da kaçırma gibi bir lüksü olabilir mi? Tabi ki hayır. Çünkü devletteyse devlet ücretini ödemeden vergisini peşin peşin kesiyor bordrosundan. Özel sektördeyse de fark etmiyor, hemen ücretinden önce vergisi kesilip yatırılıyor devletin kasasına.  

     Şimdi gelelim sadede!

     O geçmiş yıllarda orta halli

 Kesimler için kullanılan orta direk kavramını şimdilerde duyma şansınız yok. Nerdeyse literatürden çıktı. Oysa gelinen noktaya baktığımızda bu sözü edilemeyen orta direk çürüdü, kırılıyor ve dayanma gücü kalmadı. Bak şimdiden söylüyorum orta direk yıkıldığı an ortada ne devlet kalır ne de millet. İnsanlar güne yıkımla uyanır oldular. Korkudan TV bile izlemez oldular. Neden mi?

Acaba, bugün yine benzine, mazota zam haberi duyacak mıyım?

Acaba DOLAR, EURO vs. kaç lira oldu?

Benim cebimdeki param kaç lira eridi?

Yarın dolmuşa, otobüse, trene, vapura vs. kaç lira fazlasına bineceğim?

Acaba ekmek fiyatları yine arttı mı?

Acaba yarın yağın tenekesi kaç lira olacak?

Acaba… acaba… acaba?????

Onlarca hatta belki yüzlerce soru aklını kemirip duruyor insanların. İşte tüm bu soruları soracak olan hatta soran kesim ülkenin nüfusunun büyük bir kesimini oluşturan orta direk dediğimiz halk topluluğudur.

Benden söylemesi; bu orta direği yıkmayın. Yıktığınız an altında siz, biz, hepimiz kalırız ki sanırım bunu kimse istemez. Akla, bilime, ilime ve mantığa yönelin. Hiçbir toplumun bilimden uzak ayakta kalma şansı yoktur.

Devamı
Körler Sağırlar

Kör ya da sağır, her ikisi de bedensel engel demek. Biri görme diğeri işitme engelli. Mesele bu engeller değil, mesele birinin diğerini ağırlaması ya da suçlaması. Şu sıralar en çok da Anadolu’da kullanılan birkaç atasözünü uygun durumdan bahsedeceğim.

“Körler, sağırlar birbirini ağırlar. “Çok anlamlı bir söz olsa ki, Anadolu’da çok kullanılıyor. Hala da günümüzde ağırlıklı kullanılmaya devam ediyor. Buradan mecaz bir anlam çıkarmak gerekirse ikisinin de engelinden dolayı doğru davranamayacaklarıdır.

Bir başka atasözü daha var. “Kör köre gülmese körün bağrı çatlar.“ Bu atasözündeki anlam da diğerine benzerdir. Bu da çok yaygın kullanılan bir atasözüdür. Aslında her iki sözde benzer durumları ifade ederler. Yani ikisi de engel olduğundan, birbirine ya tam zarar verir ya da hiçbir zararları olmaz.

Bunları söylerken aklıma bir şey geldi. Horoz dövüşü. Horozlar dövüşür ama kaybeden taraf olmaz. Her ikisi de alacağını alır ve çekilirler. Şimdi bu kadar örnekten sonra gelelim asıl horoz dövüşüne ya da körler meselesine. Bu yazıdan kastım şu an dünyanın dört bir yanında var olan savaşlara. Savaş nedense hiç Amerika kıtasında ya da Avrupa kıtasında olmuyor. Dileğimiz odur ki hiçbir yerde olmasın. Bir tek insanın burnu bile kanamasın. Veren alsın o canı. Ama yaşamın gerçekliği hiçte öyle değil.

Savaşlar ya Asya’da ya Afrika’da ya da Arap Yarımadası’nda oluyor. Savaşan ülkeler de genellikle yer altı zenginlik kaynakları olan ülkeler. Madenleri bol olan ülkeler. Petrol ve su kaynakları çok olan ülkeler. İşte bu tür ülkelere, o dünyanın horozu gibi davranan ülkeler strateji belirliyor, yöntemlerini geliştiriyor ve savaşları başlatıyorlar. Uzun süren savaş dönemleri planlanmış olmalı ki sana destek veriyoruz anlamında bir yığın silah ve mühimmat satışı yapılıyor. Oysa ki zaten amaç buydu. Hem silah satmak hem de sonunda barış gücü vs. Aldatmacasıyla var olan kaynaklara çullanmak. Ve sonuç; kaybeden taraf savaşan o gariban ülkeler, kazanan dünyanın horozları olan ülkeler. Neredeyse yüz yıllık kaynak aktarımı ile varlığını sürdüren kapitalist ülkeler.

Ya kardeşim senin neyine ta Avrupa’dan ya da Amerika’dan gelmişsin de güya Asya’ya, Afrika’ya ya da Arap Yarımadası’na sözde BAHAR getiriyorsun. Getirdiğin yıkım, göz yaşı, kan, revan.

Getirdiğin dağılmış aileler, anasız babasız kalmış çocuklar.

Getirdiğin zam, zulüm, zindan.

Getirdiğin vatanını terk etmiş milyonlarca mülteci yığını.

Getirdiğin virane şehirler, yok olan kaynaklar ve kendine bağladığın yer altı ve yer üstü zenginlikleri.

Getirdiğin yüz yıllarca sana hizmet edecek köle devletler ve köle insanlar.

Kazanan horozlar, kaybeden zavallılar. Sonradan zavallıların aklı başına da geliyor ama çoktan iş işten geçmiş oluyor.

Kazanan sahte horoz dövüşçüleri,

Kazanan körler sağırlar oynayan uyanıklar,

Kazanan sahte dostlar ya da dost görünen aynalar...

Uyanın artık, uyanın!

Uyanın da bu tür oyunlara gelmeyin ya da gelmeyelim.

Yaşar GELER

 

Devamı
Bir Yol, İki Ayrı Dünya


Bir yol, iki ayrı dünya 
     İki ilçeyi birbirine bağlayan bir yol. Pendik ile Kartal içesini birleştiren dağ yolu. Burası Aydos dağ yolu. Bir kısmı ormanın kıyısından geçiyor diğer bir kısmı da Yeşil Vadi mahallesinden Yakacık’a iniyor. İşte sorun da tam bu yolda. Toplam olarak belki dört beş kilometrelik bir yol olabilir. 
     İşte bu yol tek bir yol. Yıllar önce bu yol orman içi olduğu için tek şerit bir yoldu. Kimi yerinde iki araç karşılıklı geçemezdi. Bu yol geçtiğimiz yıl bir süreliğine trafiğe kapatılarak genişletme çalışmaları başlatıldı. Ancak, bu çalışma Pendik Belediyesi tarafından başlatılmıştı ve Pendik Kartal sınırına kadar olan bölümü Pendik Belediyesi tarafından dört şeritli olarak yapılarak hizmete açılmıştır. Ne yazık ki, bu güzellik Aydos Orman bitiminde Kartal Silah Atış Poligonu civarında son bulmaktadır. Kartal bölgesinde kalan yol çok kötü, bozuk satıh, dar bir yol olarak duruyor. Hatta tam Yakacık girişinde evlere çıkan merdivenler ve evlerin duvarları yolun tam ortasına kadar gelmiş durumda. Bu kısımlarda iki aracın karşılıklı geçişi de kimi yerlerde zorlaşıyor ve trafik duruyor. 
     Şimdi soruyorum: Pendik Belediyesi kendi olanaklarıyla o güzelim yolu yapabilirken, Kartal Belediyesi kendi bölümünde kalan kısmı neden yapmaz? Hatta Kartal Belediyesi İBB’ desteğine sahipken bile o yolun farklı bir dünya yaratması neden görülmüyor. Oysa o yol, özellikle pandemiden sonra oturum olarak tercih edilen bir bölge olması ve yoğun trafik yaşaması nedeniyle acil yapılması gereken bir yoldur. 
     Kartal Belediyesini acil olarak göreve davet ediyorum. Bölge halkının daha fazla sıkıntı yaşamaması için o yolun bir an önce bitirilmesi gerekiyor.
Yaşar GELER

 

Devamı
8 Mart Kadınlar Günü kutlaması

Maltepe Ardahanlılar Derneği Başkanlığından 8 Mart Dünya Emekçi Kadınlar Günü nedeniyle Maltepe Ardahanlılar Derneği ve Ardahan İli Çıldır İlçesi Eskibeyrehatun Köyü Birlik ve Dayanışma Derneği 9 Mart 2022 Çarşamba günü saat 20.00'de dernek merkezlerinde ortak bir Kadınlar günü kutlama etkinliği düzenlediler.
Etkinlik aynı zamanda ÇILDIR TV ekranlarından canlı yayınlandı. Bu  programa ADRA-FED Yönetim Kurulu üyesi Sebahat Kaya,
Maltepe Kent Konseyi Kadın Meclisi Başkanı Gülay Özel ve yönetimden üyeleri, Maltepe Atatürkçü Düşünce Derneği Yöneticisi Seda Karaman, TÜSEİD Genel Başkanı Tülay Yağdırma, Çıldır Kültür ve Yardım Derneği Yöneticisi Tekgül Karasu, Kura Der Yöneticisi Cemal Uygur ve Bilge Uygur, Kartal Çağdaş Yaşamı Destekleme Derneği Yöneticisi TC Şenay Doğruyol Yavuzbilge, 
Emekli Astsubay Ertuğrul Akbulak, Eskibeyrehatun Derneği Başkanı Tuncer Şimşek, eşi ve kızı
Eskibeyrehatun Derneği Yöneticisi Atila Bahça, eşi ve kızı, Maltepe Ardahanlılar Derneği Başkanı Yaşar Geler,
Dernek yöneticileri, üyeleri ve fahri üyeleri; Jülide Ferihan Kaya, Sevinç Kaya, Mahir Akbulak, Zuhal Akbulak, Fatoş Akbulak, Kibris Geler, eşi Ayten Geler ve oğlu Doğukan Geler, İş insanı Şehir Planlamacısı Gülşen Tekin Ercan, TC Uğur Aydemir, Ayda Aydemir, Aysel Öztürk, Muazzez Aydın Çelik, TC Nurten Geler, Binnaz Çelik, Yaşar Özkaragöz, Gülden Gulden Saglik, Avukat Melisa Vildan Sağlık, Hüseyin Sağlık, Nurhayat Aygün ve oğlu, Müzeyyen Geler, Umutcan Geler, Fahrettin Mert Geler, Hatice, Nuran ve Figen hanımlar...
Program Kadınlar Gününe özel hazırlanan pasta kesimi ile başladı. Sırayla kadınlar söz alarak güne özel duygu ve düşüncelerini açıkladılar. Daha sonra Dernek Başkanları Yaşar Geler ve Tuncer Şimşek birer konuşma yaptılar. 
Ardahan Yöresi yemek kültüründen oluşan özel menü dernek yöneticisi erkeklerin servisleriyle kadınlara ikram edildi. 
Derneklerin birde sürprizleri vardı. Kadınlara özel hazırlatılan Ay yıldızlı ve Atatürk baskılı fularlar katılan kadınlara hediye olarak dağıtıldı. 
Sonrasında Halk Müziği sanatçıları Atila Bahça ve Mahir Akbulak tarafından Ardahan ve Çıldır yöresi türkülerinden oluşan müzik ziyafeti sunuldu. Kadınların coşkulu oyun ve eğlencelerinin ardından yaklaşık iki saat süren bu özel kutlama programı sona erdi.
Bu etkinlikte emeği geçen herkese teşekkür ediyor, kadınlarımızın gününü kutluyoruz.
Yaşar Geler
Dernek Başkanı

 

Devamı
GELİN KORUYALIM

Gelin dar gelirli vatandaşı da küçük esnafı da mahalle bakkalını da koruyalım.

     Evet, bugün ülkemizin en önemli sorunu olan ekonomik sorun gibi karşımızda dimdik duruyor. Bu ekonomik sorun özellikle dar gelirli vatandaşı, mahalle bakkalını ve küçük esnafı perişan ediyor. Şimdi sizlere bu gerçekliği ve bundan korunma yollarını açıklamaya çalışacağım.

     Öncelikle dar gelirli vatandaş nedir, kimlerdir onu açıklayayım. Dar gelirli vatandaş dediğimiz kesim; emekli, işçi, köylü, küçük esnaf ve alt kademede olan devlet memurlarını kapsar. Bu kesimin geliri yaklaşık olarak iki bin beş yüz lira ile yedi bin lira aralığındadır. Günümüzde en uç noktalarda bile ev kirasının iki bin liradan az olmadığı, elektrik, su, doğalgaz ve telefon gibi zorunlu gider toplamlarının yaklaşık bin lira olduğu, hele bir de çocukları varsa Allah yardımcıları olsun demekten başka bir şey diyemeyeceğimiz noktadadırlar.

     Mahalle esnafı dediğimizde gözümüze ilk çarpan terzi, bakkal, kasap, çaycı, kahvehane, manav vb. kesimler gelir ki bunların gelirleri de halkın yani dar gelirlinin geliriyle doğrudan ilişkilidir. Çünkü bu kesimin müşterisi dar gelirli halk kesimidir. Dar gelirli vatandaşta para yoksa küçük esnafta da iş yoktur demektir.

     Bir de özellikle son yirmi yıla damgasını vuran tekel oluşturmuş marketler ve bağlı AVM dediğimiz kuruluşlardır. Zaten ülkenin kaymağını yiyen ve ekonomisini tek elde toplayan bu işyerleri özellikle dar gelirli kesimi esir almış, küçük esnafı ve mahalle bakkallarını perişan etmiş durumdadır. Ülkemizin bir an önce bu adaletsiz terazinin kefelerini doğru biçimlendirmekten başka çaresi yoktur. Tabi ki isteniyorsa!

     Şimdi ekonomik faaliyetlere dönük bir analiz yapalım: Tekel marketlerde bir insanın yaşamı için gerekli olan ne varsa hepsi mevcut. Oysa öncelerde böyle miydi? Fırıncı ekmek, kasap et, bakkal gıda ürünleri, mobilyacı mobilya, beyaz eşyacı beyaz eşya, kırtasiyeler okul malzemeleri vb. satarlardı. Peki şimdi ne oluyor? Fırında yağ, süt. Kasapta bakliyat, et, süt, içecek vb. Büyük süper marketlerde hemen her türlü yaşam malzemesi… E o zaman ne oldu? Doğal olarak “at izi it izine karışmış” oldu. Yani tabiri caiz ise, kimin eli kimin cebinde belli değil.

     Peki, bu durumu nasıl çözmemiz gerek? Herkese alması gerekli olan rolü yeniden vererek çözmemiz gerek. Yakın zamanda bir haber çıktı ve çok yerinde buldum. İşte büyük marketlerde tekel ürünleri vb. ürünlerin satılamayacağı haberiydi. Şimdi ben de öneriyorum ve diyorum ki; sadece süper marketlere ya da AVM’ lere düzenleme değil, tüm kesimlere dönük bir düzenleme yapılması gerekir. Yani, fırıncı sadece ekmek, kasap sadece et ürünleri, sütçü sadece süt, yumurta, konfeksiyonlar sadece hazır giyim, mobilya mağazaları sadece mobilya malzemeleri, beyaz eşya mağazaları sadece beyaz eşya, halı mağazaları sadece halı, Pastaneler sadece üretebildiklerini, kahvehanelerde sadece çay vb. içecekler satma gibi bir model yaygınlaştırılabilir. İşte o zaman mağdur olan mahalle bakkalı, küçük esnaf ve doğal olarak da dar gelirli vatandaşın mağduriyeti giderilmiş olur. Böylece aracı, tefeci, komisyoncu ve tekelciler devreden çıkmış olur ki dar gelirli kesimin de sorunu çözümlenmiş olur. Bu konuda yasal düzenleme yapılması çok da zor olmasa gerek. Bir kararname ve bir imza yeterlidir sanırım ya da mecliste yapılacak bir düzenleme!

     Bu anlamda daha da önemli bir sorunu ve denetim yetkisini de devreye sokmuş olursunuz. Çünkü gözlemleyebildiğimiz kadarıyla tekel marketlerini ya da toptancılarını denetlemede zorluklar yaşandığını biliyoruz. Geçmişe dönük bu denetim mekanizmasıyla ilgili ilgili bir anekdotu paylaşarak bitireyim. 1970’li yıllar ve bizim Çıldır ilçe merkezinde bir ekmek fırınımız vardı. Bu fırın aynı zamanda öğrenci lokantası olarak da anılırdı. Bu fırında çıkan ekmekler her gün düzenli olarak Çıldır Belediyesinin tek zabıtası olan şimdilerde rahmetli Celal Kılıç amca tarafından yerinde teraziye konularak tek tek tartılır ve belediyeye rapor edilirdi. Bu eylem sadece fırınlara dönük değil tüm esnafa dönük olarak yapılırdı. Herkeste bu durumdan oldukça memnun ve mutluydu. Çünkü günümüzde olduğu gibi sahtekarlıklar, birbirini aldatmalar vs. yoktu. Ne yazık ki o günleri arar olduk. Tez zamanda bu adaletsiz durumun düzeltilmesi herkese ve her kesime özellikle de dar gelirli kesime rahat bir nefes aldıracaktır.

Devamı
ÇILDIR DEVLET HASTANESİ/KAPATIN GİTSİN

Vallahi kapatın gitsin kardeşim. En azından insanların umutları boşa çıkmaz.

Düşünün bir kere yüz yıllara dayanan bir yerleşim yeri.

Yakın tarihi dikkate alırsak Osmanlı Devleti’nin Eyaletliğini yapmış bir yer.

Sancak beyliği yapmış bir yer.

Hatta yaklaşık elli yıla yakın Rus işgalinde kalmış ama yılmamış varlık mücadelesi yapmış bir ilçe.

Cumhuriyetin kuruluşundan bu yana yaklaşık bir asırdır yılmaz hudut bekçiliği yapmış bir sınır karakolu.

Neredeyse hiç suç sabıkası olmamış ve buna bağlı olarak önce hapishanesi yıkılmış sonra adliyesi kapatılmış bir yer. Bu durum, suçsuzluğundan dolayı sevindirici olmakla beraber diğer sosyal, ekonomik ve kültürel açıdan kötü sayılabilecek bir duruma sahip bir yer.

İlk zamanlarına göre iş yükü hafifliğinden dolayı hacmi küçültülmüş bir PTT hizmeti alan bir ilçe.

İşsizlikten dolayı genç nüfusun terk etmiş olduğu ve nüfusun hızla azaldığı, göçün hızla yoğunlaştığı bir ilçe.

Genç nüfus kalmadığından dolayı Askerlik şubesinin bile kapatıldığı bir ilçe. Bu hizmete erişim için bile il merkezine mecbur bırakılmış bir ilçe.

Yirmi birinci yüz yıla uymayan bir şekilde halen bazı köylerinin yol ve içme suyunun bile çözüme kavuşturulamamış olduğu bir ilçe merkezi.

Her ne kadar yerleşik nüfusunun üç katı kadarının dışarda olmasına karşın, nefesimizin ve aşkımızın hiç bitmediği, tabiri caiz ise orayla yatıp orayla kalktığımız, gidemezsek de aklımızın ve gönlümüzün orada olduğu bir yer Çıldır.

Onlarca turizm alanı olmasına karşın halen turizmden gerekli payı alamayan bir ilçe.

İki sınır kapısı olmasına karşın sınır ticaretinin halen geliştirilemediği hatta bir antreponun yapılmasının bile gerçekleşmediği ve gümrükleme işlemlerinin bile Kars ve Erzurum’da yapıldığını bildiğimiz bir ilçe.

Sınırına kadar dayanmış ancak Ardahan sınırları içerisine kadar uzatamadığımız Doğu Ekspresine uzaktan bakabildiğimiz bir ilçe.

Yirminci yüzyılın en hızlı ulaşım aracı olan havacılık ulaşımından asgari ölçüde yararlanabilen ve onca mücadeleye rağmen bir havaalanı bile yaptıramadığımız bir ilçe.

Ve son olarak yaklaşık beş yılı bitirmeye az bir süre kalan, adeta yapımı yılan hikâyesine dönen, bu ana kadar üç müteahhitin aldığını alıp ve yarım bırakıp gittiği bir Çıldır Devlet Hastanesini Çıldır halkının erişimine sunamayan, hastalarının Ardahan, Kars, Erzurum ve İstanbul gibi kentlere gitmek zorunda bırakıldığı talihsiz bir ilçe Çıldır.

Madem Çıldır halkı çok çok sağlıklıdır diyorsunuz ya da hasta yok diye acil yapımına gerek duyulmuyor hatta zaten yakın zamanda mühür de vurulmuştu; bırakın hastane yapımını adliye gibi, hapishane gibi, askerlik şubesi gibi, PTT gibi bu hastaneyi de bitirmeden kapatın gitsin. En azından Çıldır halkının moralini bozmamış ve beklenti içerisine de sokmamış olursunuz.

Devamı
VİCDANLA CÜZDAN ARASINA SIKIŞMAK

Vicdan, kişinin kendi öz denetimi ya da davranışlarını doğruya dönük yargılaması ve ona göre davranışlar sergilemek üzere içindeki gizil güçtür diyebiliriz. Her insanda olması gereken bir durumdur aslında. Ancak, kişiler çoğu zaman hırslarına ve duygularına yenik düşerek bunu olumlu yönde kontrol altında tutamazlar. Yani kısacası vicdan sapması yaşarlar. Bunun sonucunda da hem yakın çevreleri hem de toplum tarafından yargılanırlar. Hatta bazen bu durum sosyal boyutu aşarak hukuksal bir boyuta geçer ve yasal yargılamayla da karşı karşıya kalınabilir.

     Bana göre vicdan, bir özgürlüktür. Hani özgürlüğü tanımlarken bile sınır koyuyoruz ya, başkasının alanına girdiğimiz an bizim özgürlüğümüz biter diye… İşte vicdani özgürlüğün de bir sınırı olmalıdır. Vicdanlı davranmak hem kendine hem de karşındakine saygıyı gerektirir. Kendine saygın yoksa zaten başkasına da saygılı davranamazsın. İşte tam da bu anda vicdanının özgürlük sınırını aşmış olursun. Bunu aşmamak için çok adil davranmak ve kendinle birlikte herkesin haklarını koruma adına da adil olmak zorundasın.

     Biraz da cüzdandan bahsedelim. Malum, cüzdan insanların varlıklarını içerisine koyup, onu koruyabilmek adına kullandıkları bir araçtır. Cüzdan ne kadar dolu olursa insanlar da o kadar mutlu olurlar. Bazen çok fazla dolu olan hatta cüzdana sığmayan varlıklar insanları mutsuz da edebilirler. Yani onu korumak ve kollamak da güçleşir. Vicdan da olduğu gibi -kontrol edemediğiniz güç güç değildir- mantığıyla düşündüğünüzde işler zorlaşır.  Cüzdanlar, insanların yaşamlarıyla ilgilidir. Kimi zaman boş kimi zaman dolu olabiliyor. Boş olduğu zamanlar insanlar çoğunlukla mutsuz, dolu olduğu zaman ise çoğunlukla mutlu olmaz mıyız? Elbette ki öyledir.

     Ya hiç cüzdanı olmayan hatta cebi bile olmayan insanları düşünürsek, orası daha vahim bir durum oluyor. İşte bu zamanlarda da yukarıda tanımladığımız gibi vicdanlar devreye girer. Varlıklı olanlar cüzdanları hatta cepleri olmayan insanlara yardım ve destek olmaya başlar. İşte bu durum tam da vicdanlı olmanın aslıdır.

     Peki, vicdanla cüzdan arasına nasıl sıkışılır? Şimdi biraz da ona değinelim, bakalım karşımıza neler çıkıyor. Bu grupta bulunan insanlar ne vicdanlarını kontrol edebiliyorlar ne de cüzdanlarını. İşte başlıkta da değindiğimiz gibi ikisi arasında sıkışıp kalıyorlar. Bu nasıl bir duygu yoğunluğu yaşanmasıdır? Kimi insanlar cüzdanları biraz eksikse, vicdanları da esnek ise farklı yol ve yöntemlere başvuruyorlar. Yani gayri meşru ilişkiler içerisinde yasal olmayan yollarla cüzdanlarını doldurmaya çalışırlar. Bir başka insan grubu ise, aslında varlıklıdır. Yani cüzdanı doludur. Ama bunu yeterli görmezler ve vicdanları da eksik ve esnektir. İşte o zaman o dolu olan cüzdanını taşırma gayreti içerisine girerler ki en tehlikeli davranışta bu olsa gerek! Hatta bu durum bazen kamuya da mal olur. Yani kamuda çalışan görevlilerin suiistimalinden söz ediyorum. Kendince kazançlarını yetersiz görenler, yasal olmayan yollardan vicdanı doğru demese de cüzdanının isteğini önceleyerek uygun olmayan yöntemleri seçerler. İşte bu tamda cüzdanla vicdan arasına sıkışmak gibi bir durumu ortaya koyar. Toplumsal olarak iyi bir ahlak eğitimi almamış toplumlarda daha fazla görülen bir durum olsa da nerdeyse dünyanın her köşesinde bu tür olumsuzluklara rastlamak mümkündür.

     İyi bir toplum, ahlaklı bir toplum, cüzdanıyla vicdanı arasına sıkışan bireyler yetiştirmek için mutlak olarak iyi bir eğitim almak gerek. İyi bir eğitim içerisinde de din, vicdan, ahlak, adalet, hak ve hukuk olmalıdır. Bunu başarabilen toplumlarda çürüme olmaz. İnsanlar yozlaşmaz, haksızlıklara direnirler. Ahlaklı ve vicdanlı hatta vicdan ile cüzdan arasına sıkışmayan toplumlar görmek mutlak dileğimizdir.

Devamı
KUYRUK SİYASETİ

Son birkaç yılın modası oldu kuyruk siyaseti. Siyaset kurumları ülkenin ekonomik, sosyal, kültürel, eğitim, sağlık, güvenli vb. sorunlarını çözmek ve halkın refah durumunu sağlamak üzere iktidara talip olurlar. Bunun üzerinden de politikalar geliştirerek toplumun sorunlarına çare üretmeye çalışırlar. Buna bağlı olarak ilgili alanlarda projeler geliştir, etkinlikler yapar ve halktan kendilerine hizmet etmek üzere oy isterler. Daha sonra bu projeleri üzerine halk bir tercih yapar ve kendi yöneticilerini seçerler. Buraya kadar her şey normal ve demokrasi de bunu gerektirir.

     Hükümetlerin normalde sorun çözme ve yaşamı kolaylaştırma adına toplumun öncelikleri dikkate alınarak kısa, orta ve uzun vadeli programlar yapılır. Kamu gelirleri ve kamu harcamaları dengelenmek üzere bütçeler oluşturulur. Bu bütçelerle de projelendirilen hizmetler gerçekleştirilmeye çalışılır. Ancak, bu işler her zaman planlandığı ve istenildiği gibi gitmeyebilir. Bazen doğal felaketler bazen olağanüstü durumlar farklı çalışmalar yapılmasını gerektirir.

     Devletin yönetim kademeleri merkezi ve yerel olmak üzere iki koldan yürütülür. Merkezi yönetimde bakanlıklar ve bağlı kurum ve kuruluşlar, yerel yönetimler ve bağlı kuruluşlar vardır. İşte sıkıntılı durumda tam burada başlıyor. Bazen merkezi yönetimde farklı siyasi oluşum, yerel yönetimde de farklı siyasi oluşumlar söz sahibi olabiliyor. Sıkıntının kaynağı da tam bu nokta oluyor. Başlıyor çatışmalar. Sen yaptın yok ben yaptım. Sen yapamadın, ben senden daha iyi yapıyorum vs. gibi tartışmalar uzayıp gidiyor. İşte tam da burada kuyruk siyaseti dediğimiz sıradan siyaset tarzı ortaya çıkıyor. Neymiş kuyruk siyaseti şimdi bir bakalım. Gerçi bu tür siyaset biçimi 1970’li yıllarda az da olsa yaşanmıştı ama bu kadar etkili olmamıştı. Yani bu kadar seviye düşmemişti. Geçtiğimiz yıllarda hemen pandemi öncesine denk gelen bir süreçte tarımsal sıkıntılar başladı ve insanların en fazla tüketmiş oldukları doğal ihtiyaç maddelerinden patates ve soğan stokları yapılmaya başlandı. İnsanların bu doğal gıda maddelerine erişimi engellendi. Buna bağlı olarak da devlet kendince önlemler alarak çadırlar kurarak bu gıda maddelerine erişimi sağlamaya çalıştı. Oysa bu gıda maddelerinde üretimsizlikten kaynaklı sıkıntı yoktu. Doğru politikalar üretememekten kaynaklı bu sıkıntılar yaşanıyordu. Muhalefet bunu bir siyaset malzemesi yaparak kullanmaya başladı ve kuyruk siyaseti dediğimiz durum ortaya çıktı. Çünkü hemen her gün o kuyruk görüntüleri ve bunun üzerinden gelişen siyasete malzeme olunmuştu. Aradan zaman geçti ekonomik krizin ortaya çıkmasıyla birlikte bu kez ucuz ekmek kuyrukları ortaya çıktı. Şimdi de bu kuyruklar üzerinden hemen her gün görüntüler ve siyasi söylemler gelişti. Birisi ucuz ekmek satmaya çalışıyor, diğeri ekmek büfesine elektrik vermiyor. Yani özetle bu tür gıda maddeleri üzerinden siyaset yapılmaya çalışılıyordu. Çünkü siyaset diplere inmişti.

     İşte tam da bu nedenle diyorum ki artık ülkemizde kuyruk siyaseti yapılmakta ve bunun üzerinden siyasi rant devşirilmeye çalışılıyor. Beyler, kuyruk siyasetini bir kenara bırakın halkın ucuz ekmeğe ihtiyacı varsa ona göre yatırımlar yapın, ona göre üretimler yapın. Ucuz gıda maddesine mi ihtiyaç var? Tarım üreticilerine destek verin, girdileri ucuzlatın ki halkta ucuz gıda temin edebilsin. Aracıları ve tefecileri aradan çıkarın ki esnaf ucuza ürün satabilsin. Kısacası kuyruk siyasetini bırakın, halka yararlı projeler üretmek üzere çaba sarf edin. İşte o zaman halk size gerektiğinde oylarıyla desteğini esirgemeyecektir.

Yaşar GELER

    

Devamı
KIŞ ÖZLEMİ

     Kış, doğal canlı yaşamının ve kullanmakta olduğumuz zaman diliminin bir parçasıdır. Bu zaman dilimi kimi yerde işkence, kimi yerde eğlencedir.

     Sanırım önce işkence olan yanından söz etmeliyiz.

-Kış özellikle coğrafyanın yüksek rakımlı olduğu yerde metrelerce kar yağışıyla birlikte kapanan yollar,

-Tipiden çıkılamayan sokaklar,

-Yakıt olmadığında soğuktan donan insanlar,

-Barınma ihtiyacı olan canlıların donma tehlikeleriyle,

-Yiyecek bulamayan yaban hayvanlarının açlıktan ölmesiyle,

-Ulaşılamayan köylerde oluşan doğum sorunları ve çığ düşen yerlerde yaşanan sağlık sorunlarının oluşturduğu sıkıntıları görünce elbette ki işkencedir, eziyettir.

-Ayrıca o coğrafyada yaşayan insanların en az beş ay gibi tüm bu zorluklardan ve işkenceden kurtulmak üzere büyük kentlere göç etmek istemeleri ve o doğal coğrafyayı terk etmeleri işin vahametini de anlatıyor olsa gerek.

     Tüm bunları düşünürken şimdi de kışın ve karın eğlence olan yanından söz edelim isterim.

O güzelim doğallığın yaşandığı yerleri görmek ve eğlenceli hale getirmek için insanların ne müthiş mücadele ettiklerini, uçak, tren, otobüs ya da kendi otomobilleriyle ulaşabilmek için çırpındıklarını görür gibiyiz. Hele o güzellikler içinde atlı kızaklara binmek, buz üstünde kayak yapmak olunca değmeyin keyiflerine… Ya da o yüksek rakımlı yerlerden yüzlerce hatta binlerce metre aşağılara bir çift paten veya kayak takımlarıyla süzülmek insanın adrenalini doruklara çıkarmaz mı? Ha unutmadan söylemek gerek ki tatlı suyu bulunan doğunun engin gölünün (denizinin) kış olunca yarım metreleri bulan kalınlıktaki buz tabakasını kazmalarla kırarak eskimo usulü çıkarılan sarı balığın tereyağında kızartılmış lezzetine doyum olur mu sanırsınız?

     Aslında bu yazıyı yazmama neden olan işkence mi ya da eğlence mi fikrini oluşturan repliği bir gazeteci arkadaşımdan Nevin Özbar’dan almış oldum. O arkadaşım ki şöyle diyordu yazısında “Kış mevsiminde hiçbir şey, karlı kaplı sokaklar ve çam ağaçları kadar güzel olamaz sanırım. Bu manzarayı görünce bir iki fincan kahve… Tam da olmak istediğim gibi çocukluktan kalma bir arzumu yeniden yaşarmışçasına…” İşte o an bu yazı fikri gelişti ve çocukluktan yaşayamadığımız ya da yaşayıp ta uzun zaman ayrı kalmış olduğumuz özlemlerle buluşmanın da zamanı gelmiştir diye düşündüm.

     İnsanlar geçmişsiz yaşayamadığı gibi, geleceklerini de şekillendirmenin biraz da geçmişle ilgili olduğunu bilmelidir sanırım. Nasıl ki bu arkadaşımızın karla gelen mutluluğu yaşaması bir eğlenceyse karla gelen zorlukların da bir işkence olduğunu mutlak bilmemizde yarar vardır. Ne yazık ki bazen eğlenceyle işkence eşit kollu terazinin iki kefesini dengeleyebiliyormuş. O iki kefenin gözlerinin birisi mutluğu tartarken diğeri de işkenceyi tartıyor. İnsan yaşamı da zaten böyle değil mi? Kimi zaman zorluklar kimi zamanda mutluluklar, sefalar. Yani sözün kısası yaşam inişli çıkışlı, engebeli, sarp kayalıklı bazen de düz ovaların engin ince uzun yollarıyla sürüp gider. Ancak, her insan ister ki hep mutlulukla, zevkle, sefayla yaşayalım fakat her zaman da umduğumuz gibi gitmiyor. Nevin Özbar’ın olduğu gibi zorluklardan bile mutluluk çıkarmanın mümkün olduğu bir dünyada yaşayalım.

Yaşar GELER

 

Devamı
Yaşamımızın Kumar Gerçeği

     Kumar, hayatın her alanında zaman zaman bilerek, zaman zaman da bilmeyerek oynanan bir oyundur. İnsanlar bunu kendi tercihleriyle yaparlar. Ancak, bu oyun çoğu kez insanları yakar, hayalleri ve yuvaları yıkar. 
     Evet, kumar yukarıda tanımı yapıldığı üzere insanlar bir oyun oynarlar ve bu oyunun sonunda da çoğunlukla maddi ve manevi yıkımlara uğrarlar. Kumar, aynı zamanda bu yıkıcı özelliğinden olsa gerek ki devlet tarafından çıkarılan yasalarla yasaklanmıştır. Yasaklanmasına yasaklanmıştır ama bu yasağa uymayan çok sayıda insan vardır. Gizli saklı bu oyunları oynarlar. Eğer ki bu oyun oynandığında kolluk kuvvetleri bilgilendirilirse oyuna müdahale edilir ve ilgili kişi ve mekânlara gerekli cezalar kesilir. Buraya kadar her şey normal seyrindedir. 
     Şimdi, ülkemizde ki durumu inceliyor ve takip ediyoruz. Sonuca baktığımız da durum fena değil. Yasa dışı her alanda olduğu gibi bu yasa dışı alanda da devletin mücadelesi sürüyor. Fakat devletin mücadele etmediği hatta yasal olarak oynattığı şans oyunları dediğimiz bir kumar türü daha var ki, hepsinden daha yıkıcı ve acı verici bir durum olarak karşımıza çıkıyor. Neymiş bu durum bir bakalım. 
Güya şans oyunuymuş. 
Şans oyunu illa maddi mi olur?
Şans oyununun yıkıcı ve yakıcı bir etkisi olabilir mi?
Şans oyunlarıyla hayaller ve yuvalar yıkılabilir mi?
Şans oyunlarıyla hayatlar yok olabilir mi?
Şans oyunlarıyla intiharlar gerçekleşebilir mi?
Daha onlarca soru sıralanabilir bu konuda.
     Evet, bu soruların hepsinin bir karşılığı var. Hem de olumsuz anlamda bir karşılığı var. Hepsine verilen yanıt evet olarak karşımıza çıkmaktadır. O zaman ne oluyor. Devlet eliyle hatta yasalarla koruma altına alınarak insanlar kumar oynatılıyorlar. Devletin kişilerle ve küçük esnafla kumara karşı verdiği mücadeleyi, şans oyunları adı altında oynatılan büyük kumar merkezleriyle de mücadele etmesini beklemek haksızlık olmasa gerek.
     Milli piyango biletleri, at yarışları, şans topu, sayısal loto, süper loto, on numara, kazı kazan ve iddaa gibi oyunların toplumsal ahlak sorunu yarattığını, insanların dürüstlüğünü, insanların maddi yıkımlarını, sırf maddi kayıplara uğradığı için intiharlara neden olduğunu, yuvalarının yıkıldığını, çoluk çocuklarının perişan olduklarını, tefecilerin ve mafyanın eline düştüklerini, kandırılıp dolandırıldıklarını duymayan, görmeyen ve bilmeyen hiçbir vatandaşın olmadığını söylemek yanlış olmaz.
     Ayrıca, son yıllarda ortaya çıkan kripto paralar, bitcoin, altkoin, altın, döviz vb… bir sürü kandırma yatırım araçları da insanların evlerini, araçlarını, tüm varlıklarını satmalarına neden olmaktadır. Hatta bu nedenle kredi kullanarak borçlananlar yaşamlarına son verdikleri gibi ailelerini de dağıtabiliyorlar. Bu sistemlerin tümü kolay yoldan para kazanmak arzusunu ve hazzını oluşturduğu gibi bağımlı duruma geliyorlar. Bu bağımlılık öyle böyle bir bağımlılık değil. Gece gündüz demeden aynı zamanda teknolojik bağımlılıkla da birleşerek hayatı insanlara zehir etmektedir. Devletimizin çok acil bir şekilde bu olumsuz ruh sağlığı, psikolojik, sosyal ve ekonomik bozulmaya dur demesi gerekmektedir.
     Şimdi bu durumu bildiğimizde devletimizin bu sosyal, kültürel, ekonomik ve ahlaksal travmaya dur demesi gerekmez mi? Sırf vergi geliri elde etmek uğruna bu durumları görmezden gelemez. Yasal olarak gerekli düzenlemeleri yapmanın hiç de zor olmaması gerek. Sırf şu yasal kumar oyunları yüzünden bir iki aylık evliliklerin ayrılmalarla sonuçlanmış olmasının hiç mi önemi yoktur?
     Ülkemizde bir yönüyle faizin bile tartışıldığı, haram fikrinin konuşulduğu bir zamanda şans oyunları adı altında resmen oynatılan kumarın neden tartışılmadığını anlamak ta mümkün değil. Hele ki son yıllarda bu şans oyunlarının gerçekte de doğru oynatılmadığı, hatta belli yerlere aktarıldığı gündeme oturmuşken kimsenin bu durum karşısında en ufak bir çaba sarf etmemesi yadırganmalıdır. Devletimizin bir an önce taraf olarak ülkemizdeki bu sosyal ve ekonomik travmadan insanlarımızı bir an önce kurtarılması gerekmektedir.
Yaşar GELER

Devamı
ORGANİZASYONLAR ZOR İŞLER

     Organizasyon, belli bir amaç çerçevesinde ortak bir şeyler üretmek amacıyla yapılması planlanan ve yönetilen işlerdir. Organizasyonlar kişiler, kurumlar ve toplumlar tarafından planlanır, organize edilir ve uygulanır. Hatta devletin çeşitli alanlarda yapmış olduğu organizasyonlar da vardır.  Yani hangi kanalla yapılırsa yapılsın gerçekten çok zor koşullarda yapılır., Projelendirme, planlama/programlama ve uygulama gibi basamakları vardır.

     Proje hazırlanır, planlanır/programlanır ve uygulanır. Bu organizasyonlar, yapılırken gerçekten çok zorlu süreçlerden geçerseniz. Ben, özellikle STK/DERNEK gibi kuruluşların organizasyonlarıyla ilgili bilgiler vermek istiyorum. Bir dernek bir etkinlik yapmak istediğinde, bu etkinliğin özelliğine göre hazırlıklara başlanır. Önce proje masaya yatırılır. Sonra planlama ve programlaması yapılmaya çalışılır. Plan ve program yapıldıktan sonra artık uygulama aşamasına geçilir. Bir etkinlik organize edecekseniz öncelikle iyi bir ekibinizin olması gerekiyor. Yani az çok o etkinliğe dair bir miktar ön bilgi olması gerekiyor ki işler kolayca yürüsün. Şayet o ön bellek bilgisi eksikse iş tamamen bir veya birkaç kişinin üzerine biniyor ki o da işin zorluğunu beraberinde getiriyor.

     İşin maddi ve manevi olmak üzere de iki ayrı boyutu vardır. Hem kaynak yaratacaksınız hem iletişim, sosyal dayanışma ve bilişim gibi sorunlarla uğraşacaksınız. Hele bu etkinlik kalabalık insan topluluklarını içerecekse bunun bir de davet boyutu var ki işin en zor kısmıdır. İşin asıl sorunlu boyutu ise, etkinliğe katılan davetlilerin memnun ve mutlu ayrılmasını sağlamaktır. İşin yani etkinliğin bileşenlerini oluşturmak da ayrı bir zor kısmı oluşturmaktadır. Müzikli bir etkinlik ise sanatçı vs. seçimidir. Seçilmeyeni mutsuz ettiği gibi seçilenin de davetlileri mutlu etme ya da etmeme gibi bir yansıması da olmaktadır. Bu da organizasyonu yapan kişi ya da kuruluşun en zorlandığı anlardan birisidir. Ayrıca etkinlik içerisinde yer alan programların da davetlileri mutlu etmesi gerekmektedir. Başka bir konu da özellikle davetlilerin isimlendirilmesi, anons edilmeleri konusudur ki, organizasyonların en sıkıntılı bölümünü oluşturmaktadır. İşte tam da bu nedenledir ki, etkinlik yapmak üzere bir organizasyona kalkışmayı kolay kolay yönetici pozisyonundaki insanlar çok istemezler. Ancak, organizasyonlar da kurumların ve kuruluşların olmazsa olmazlarıdır. Hatta bazı yöneticilerin ana işleri arasında etkinlik organizeleri gelmektedir. Kendimden de bilirim ki hele hele de sosyal ve yardım içerikli bir proje ise, neredeyse koşa koşa gitmek isterler. Çünkü, bir yönetici için en zevk ve mutluluk verici yanı insana ya da projenin türüne göre hayvana ya da doğaya karşı yapılan projelerdir.

     Organizasyon bir düğün olabilir, bir kutlama olabilir, bir tören olabilir, bir spor karşılaşması olabilir, ralli, yarışmalar, tırmanma gibi değişik alanlarda yapılıyor. Hemen hepsinde de ortak hazırlık ve düzen çalışmalarının yapılması kaçınılmazdır. 

     Organizasyon yaparken öncelikle iyi bir plan ve program oluşturulması, yeterli sayıda ekip ve ekipmanın olması, yer, zaman ve araç-gereçlerin temin edilmesi, iletişim konusunun iyi bir şekilde yönetilmesi, uygulama aşamasında çok dikkatli davranılması, iyi bir iş bölümü yapılması özellikle hemen her şeyin kayıt altına alınmasını sağlamak ve işi çok ama çok ciddiye alarak tüm bunları hazırlamak gerekiyor. Aksi takdirde zor ve sıkıntılı süreçlere hazırlıklı olunması gerekiyor. O yüzden diyorum ki, organizasyonlar çok zor işlerdir. Her kişi ve kuruluşun altından kalkacağı işler değildir. Gerçekten zor işler ama imkânsız işler değildir.

Yaşar GELER

 

Devamı
Keşke, Yeni Yıl


     Keşke sözcüğü bilindiği üzere insanların herhangi bir konuda pişmanlık duygusuyla kullanmış oldukları bir sözcüktür.
     Yeni yıl ise, bir yılın bitip yeni bir yılın başlamasıdır.
     Şimdi diyeceksiniz ki, keşke ile yeni yıl arasında ne tür bir ilgi var? Evet, sizde haklısınız ama ben birçok bağ bulunduğunu düşünüyorum bu iki kavram arasında. Ve şimdi diyorum ki;
Keşke, yaşamımız kolay olsaydı da eski yılı yaşamamış olsaydık ve yeni yılda yaşamımız kolay olsaydı.
Keşke, emperyalizmin üretip insanları terbiye etmeye çalıştığı COVİD 19 belası olmasaydı da insanlar yeni yıla sağlıklı ve korkusuz girebilselerdi.
Keşke, ekonomimiz çok sağlıklı olsaydı da yeni yıla bolluk ve bereket içerisinde girebilselerdi.
Keşke, insanların cepleri dolu olsaydı da yeni yıla aç ve yoksul olarak girmeselerdi.
Keşke, hızla gelişen ve tüm dünyaya yayılan dijitalleşmeye cahilce ve çok hızlı adımlarla koşarak geçmeseydik de profesyonelce ve mantıklı bir kullanım bilinciyle geçebilseydik.
Keşke, hırsızlık, yolsuzluk, arsızlık, ahlaksızlık yayılmamış olsaydı da toplum olarak özgür ruhlarla, doğruluk ve dürüstlük ilkeleriyle girebilseydik.
Keşke, tacizler, tecavüzler, saldırılar, istismarlar olmasaydı da çocuklar, kadınlar, hayvanlar rahat ve huzurlu yaşayabilseler ve yeni yıla huzurla girebilselerdi.
Keşke, tarım, hayvancılık, bağcılık, sebzecilik, seracılık rahat yapılabilseydi de işçi, köylü, esnaf ve halk zorluklar içerisinde kalmasalardı da yeni yıla sevgiyle, huzurla ve mutlulukla girebilselerdi.
Keşke, ülke kaynakları ve ekonomisi doğru yürütülseydi de dışarıdan hiçbir şeyi ithal etmeden yeni yıla giriş yapabilseydik.
Keşke, mazota, benzine, akaryakıta, dolara, altına, Euro ya zam gelmeseydi de insanların ekonomik dengesi bozulmasaydı ve insanlar bolluk ve dirlik içinde yeni yıla girebilselerdi.
Keşke, FETÖ, PKK vb. terör örgütleri olmasaydı ve birçok insanımız yaşamını kaybetmeseydi de yeni yıla hep birlikte girebilseydik.
 Keşke, ülkemizin doğal kaynakları doğru kullanılabilseydi de milyarlarca dolar tutar varlıklarımız birilerinin cebinde yurt dışına kaçırılamasaydı ve güçlü ekonomiyle yeni yıla girebilseydik.
Keşke, devlet daha şeffaf olabilseydi de kurumların kapıları her vatandaşa açık olabilseydi ve yeni yıla bunları düşünmeden girebilseydik.
Keşke, devlette ve kurumlarda liyakat esaslı atama vb. sistemler olsaydı da özellikle gençlik olmak üzere insanların devlete karşı güvenleri sarsılmamış olsaydı ve bu inançla yeni yıla girmiş olsalardı.
Keşke, ülkemin kurum ve kuruluşları tarikatların, vakıfların ve cemaatlerin etkisinde kalmasaydı da insanların kurumsal güveni zedelenmeden yeni yıla girebilselerdi.
Keşke, TÜİK denilen kuruluş vb. gibi kuruluşlar gerçek verileri açıklayabilselerdi de özellikle emekçi kesimini ilgilendiren konularda devlet adil ücret kararları alabilseydi ve emekçiler yeni yıla huzurla girebilselerdi.
Keşke, devlette torpil vb. özel durumlar olmasaydı da herkes aldığı puanla hayal kırıklıkları ve mağduriyet yaşamadan mutluluk içerisinde yeni yıla girebilselerdi.
Keşke, keşke devletin her kurumunda liyakat esaslı görevlendirmeler yapılsaydı da insanların devletin işleyişine karşı güvenleri sarsılmadan yeni yıla girebilselerdi.
Keşke, bakanlıkların kapılarına zincir vurulmamış olsaydı da insanların devlet kurumlarından bilgi almalarının önüne geçilmeden yeni yıla girilebilseydi.
Keşke, ekonomik, sosyal ve kültürel alanlarda iyilikler ve güzellikler yaşanabilseydi de insanlar sağlıklı bir beden ve psikolojiyle yeni yıla girebilselerdi.
Keşke, uluslararası savaşlar olmasaydı da analar ağlamadan ve insanlar üzülmeden, evlat acısı yaşamadan yeni yıla girebilselerdi.
Keşke, özgürlükler tam anlamıyla yaşanabilseydi de gazeteciler, basın mensupları ve medya temsilcileri daha özgür düşünce ve kalemlerle yeni yıla girebilselerdi.
Keşke, sınavlarda usulsüzlükler yaşanmasaydı da geleceğimiz olan gençlerin gelecek hayalleri yıkılmadan yeni yıla girebilselerdi.
     İşte size keşke-lerle yeni yılın ilgisini özetleyen bir yazı dizisi. Neyse ben yine de öncelik ülkem insanları olmak üzere tüm dünya insanlarının yeni yıla, yeni umutlarla, sağlıklı, huzurlu ve mutlu girmelerini dileyeyim. Yeni yılımız kutlu olsun.
Yaşar GELER

Devamı
TANITIM GÜNLERİNE DAİR

     Tanıtım günleri, bir yeri, bir yöreyi, bir ülkeyi, bir kültürü vb. tanıtmak için yapılan etkinliklerdir. İşte bu türden tanıtımlar özellikle metropol kentlerde yaşayan uzak illerin insanları ve dernekleri tarafından organize edilir. Mümkün oldukça da amaca hizmet etmek üzere kurgulanır. Ancak, bazen bu etkinlikler amaca hizmet etmekte zorlanılan anları da doğurur.

     İşte, bu etkinliklerden birisi de geçtiğimiz hafta Maltepe Sahili Etkinlik Alanı’nda Kars/Ardahan/Iğdır Derneklerinin organizasyonunda yapıldı. Biçimsel olarak her ne kadar Ardahan camiasının onaylamadığı türden bir etkinlik olmuş olsa da amaca hizmet ettiği kanaatindeyim. Keşke aklımızdan geçtiği gibi olabilseydi. Ama bu yıl aklımızın ilerisinde ve yetkililerin verdiği bilgiyle zorunluluktan bu türden yapıldığına kanaat getirmiş olduk.

     Neyse şekil olarak düşüncemiz bir yana dursun, genel ve içerik olarak baktığımızda ve siyasetçilerin arkasından koşturmacaları ve resimleşme görüntülerini bir kenara bırakarak, etkinliğin iklim şartlarının zorlu koşullarına rağmen tüm hemşerilerimiz tarafından sahiplenildiğini ve cansiperane çalışıldığını gördük. Hemen her etkili ve yetkilinin var gücüyle koşturduğuna şahit olduk.

     Siyasilerden bürokratlara, STK’lardan derneklere, yazarından-çizerinden şairine, vatandaşından hemşerisine, çocuğundan gencine, kadınından erkeğine hemen herkes oraya akın etti. Bu tür etkinliklerin amacı da zaten bu olsa gerek. Birleştirici, kaynaştırıcı, buluşturucu olması mükemmel bir duygu. Etkinliğe katılan insanların ana hedefinin yöresel gıdalara erişmek, kültürel yemekleri tatmak, müzik kültürünü yaşamak, bölgesinin yazar-çizer ve şair değerlerine ulaşmak olduğunu gözlemledik. Ancak, üzüntü verici bir yanını da söylemeden geçemeyeceğim. Ne yazık ki son yirmi yılda eğitim düzeyimizin iyice düşmüş olduğunu, okuma kültürünün hatır gönül ilişkisiyle yürüdüğünü, kısacası eğitim düzeyimizin gerilemiş olduğuna şahit olduk. Neden böyle düşünüyorsun diye sorduğunuzu varsayarak söylüyorum; yaklaşık yetmiş kişilik kültür/kitap/yazar/şair ve ressam standlarını birçok siyasinin bile es geçtiğini, bürokrasinin neredeyse hiç uğramadığını, STK ve Derneklerin de birçoğunun kerhen uğrayabildiğini ve Anadolu tabiriyle -hala hatırın kalmasın- gel bir resim çektirelim de uğramadan geçmedi demesinler diye bazı STK yetkililerinin yönlendirmesiyle uğradıklarını gördük. Bu konuda söylemeden geçemeyeceğim, Esenyurt Belediye Başkanı Kemal Deniz Bozkurt’un kitap standlarında kalan kitapları kendi adına toplatıp aldırmış olsa kültür adına alkışlanacak bir durumdu.

     Özellikle Anadolu’dan gelmiş olan Belediye başkanları K. Yakup Azizoğlu, Cahit Ulgar, Ayhan Büyükkaya, Ergin Önal, Yücel Akkoç, İl Kültür ve Turizm Müdürü Efsal Alantar, ATSO Başkanı Çetin Demirci, Üniversite Yöneticileri, SERKA temsilcileri, Ardahan Belediye Başkanı Faruk Demir ve Göle Belediye Başkanı İlhan Gültekin ve diğer tüm ilgililer mükemmel koşturdular. Tanıtım için ellerinden geleni yaptılar diye düşünüyorum.

     Ardahan Dernekler Federasyonu Başkanı Orhan Çerkez ve diğer Federasyon başkanları Oruç Oymak ve Iğdır Dernek Başkanı Celal Karaali’nin de çokça ilgili ve koşturmacalarını gördük. Özellikle değinmeden geçemeyeceğim; kadın kolları ve kadın meclisleri etkinliğin lokomotifi olarak görev yaptılar. Ayrıca İlçe Dernekler Federasyonları, Hoçvan Dernekler Federasyonu’nu, Çıldır Aşık Şenlik Aşıklar Otağının da yoğun çaba ve ilgi odağı haline geldiğine şahit olduk. KAI Dernekler Federasyonu Gürsel İlgüz’ün çok koşturduğunu da belirtmekte yarar vardır. Ayrıca Iğdır, Kars Sarıkamış, Tuzluca, Digor standlarını da hatırlatmakta yarar vardır.

     Bölgenin aşıkları ve sanatçıları, basını özel çalışmalarıyla renk kattılar diye düşünüyorum. Her ne kadar eğitimsel olarak gerilemiş olsak da sosyal ve kültürel açıdan değerlerimizi yaşatmak için hala direngen bir topluluk olduğumuzu da belirtmek isterim. Bunda da en önemli payı spor alsın diyorum. Çünkü Ardahan Serhat Sporun standı da ilgi gören bölümlerdendi. Çıldır TV canlı yayınları da tanıtıma büyük katkı sağladı.

     Özellikle de bölge dışından gelen yazar, şair ve çizerlerin de renkli görüntüler kattığı yadsınamaz. Güzel dostluklara neden olan bir etkinlikti. Yalnız bir şeyi daha söylemek gerektiğini düşünüyorum ki o da bu tür etkinliklere hemşerilerimizden çok bölge dışından ülke insanlarını katmanın daha yararlı olacağını ve bölgenin ulusal boyutta tanıtımının sağlanmış olacağını da iyi planlamalıyız. Dışarıya ne kadar taşabilirsek bölgemizin ekonomik, sosyal ve kültürel zenginliklerini ve özelliklerini de o ölçüde dışa yansıtmış ve tanıtmış oluruz.

     Son olarak da hemşeri dayanışması göstererek Ankara, Bursa, Kocaeli ve İzmir’den gelen tüm hemşerilerimizi de unutmamak gerek diye düşünüyorum. Evet yazımda eksikler ve yanlışlar olabilir. Hatta yazmayı unuttuğum kişi, kurum ve kuruluşlar da olabilir. Bu türden eksikliklerden dolayı da şimdiden hepsinden affımı isteyerek yeni ve daha anlamlı daha güzel ve daha amaca uygun bir etkinlikte buluşmayı diliyorum. Eksik ararsak onlarca buluruz. Yanlış ararsak yüzlerce buluruz. Bu kez bardağın dolu tarafına bakalım, güzellikleri konu edinelim. Güzel bir etkinlik ve güzel bir şenlik yaşadık. İlgili herkese her kesime teşekkürler.

Yaşar GELER

    

    

Devamı
İNSAN MI, İNSAN OLMAK MI?

İnsan, yeryüzünde var olan canlı türlerinden birisidir. Kendisini diğer canlılardan ayıran farklı birtakım özellikleri vardır. Bu nedenle de özel olmalıdır, değerli olmalıdır. Değer kazanabilmek te var olan özelliklerini doğru ve mantıklı yollarda kullanmaktan geçer.

İnsan olmak ise, bir özelliktir. Yani maddi değil manevi bir olgudur. Ancak bu manevi olgunun karşılığı ise, maddidir. Yani yansıması kişiliği ve davranışları etkiler ki bu da maddi karşılık oluşturur. Yani özetle, herkes tür olarak insandır ama nitelik olarak insan olamayanlarımız da vardır.

Şimdi bu durumu biraz irdeleyelim. Örneğin kimler insan olamaz?

-Birisinin manevi duygularını sömürmeye çalışan, onun iyi niyetinden yarar sağlamaya çalışan insan olamaz.

-Bir masum çocuğu taciz eden ya da tecavüz edebilen birisi insan değil, olsa olsa cani bir yaratık olabilir.

-Yaradılış olarak karşı cinsinden biraz daha güçsüz olan ve kadın dediğimiz insan türünü taciz eden, bedeninden yararlanmaya kalkan, şiddet uygulayarak canına kıyan yaratıklara insan demek insan türüne hakaret olmaz mı?

-Vatanını, milletini satan, başka ülkenin çıkarlarına göre hareket eden, kendi insanını ezdirebilen kimliklere de insan demek olmayacaktır elbette ki!

-Kendi askerine, polisine, kamu görevlisine ya da devlet adamlarına kurşun sıkan, katleden kimselere de insan diyemeyiz.

-Ülkesinin tarımını bitiren, sanayisini yok eden, hayvancılığını ortadan kaldıran kimliklere de insan demenin doğru olmayacağını söylemek yanlış olmaz.

-Kişilerin masum duygularını istismar ederek onların duygularından yararlanmaya kalkanlara da insan denmemeli!

-İş yaptığı arkadaşını ya da yakınını dolandıran, malını mülkünü çalan sahtekârlara nasıl insan diyeceğiz ki?

-Herhangi bir rekabet uğruna kişileri, birilerine feda eden kimliklere insan diyebilir miyiz?

Yani özetle şunu diyebiliyoruz:

İnsan olmak öyle kolay bir iş değildir.

İnsan olmanın ön koşulu ahlâklı olmaktır.

Doğru olmaktır.

Dürüst olmaktır.

Hak yememektir.

Maddi manevi çıkarlar uğruna kimseyi satmamaktır.

Önce bu koşulları yerine getir, sonra insan oldum diyerek toplumun içerisine çık.

Yaşar GELER

 

Devamı
ÖĞRETMENLER GÜNÜNDE ÖĞRETMENLER NE İSTER?

Öğretmen, insan aklıyla insan yetiştiren, geleceğe hazırlayan ve sadece ama sadece mesleğini para kazanmak için uygulamayan tek meslek ve tek çalışandır.

Öğretmen, mesleğini icra etmek için evden çıkarken işe gidiyorum demeyen, okula gidiyorum diyen tek meslek sahibidir.

Öğretmen, işini yaparken başka bir şey düşünmeyen, para hesabı yapmayan tek meslek erbabıdır.

Öğretmen, birilerinin dediği gibi yan gelip yatmaya ortamı müsait olmayan tek meslek sahibidir.

Öğretmen, koşulsuz sevgi üreten ve sevgisini karşısında parlayan gözlerle kendisine bakan o minik yavrulara aktarabilen tek mesleğin temsilcisidir.

Öğretmen, vicdanıyla hareket edebilen, kendisini kendi vicdanıyla yargılayabilen, öz eleştiri yapabilen tek ve özel bir mesleğin sahibidir.

Öğretmen, yıllardır değersizleştirilen ve ayaklar altına mahkûm edilen mesleki değerini ve onurunu korumaya çalışan tek meslek grubudur.

Öğretmen, maddi kaygılarla uğraşmayan sadece görevini en iyi şeklide icra etme mücadelesi veren yegâne meslek mensubudur.

Öğretmen, içi boşaltılmış programlardan öğrencilerini en az zararla kurtarma yolunda öğrenci yetiştirmeye gayret eden bir mesleğin temsilcisidir.

Öğretmen, yıllardır boş vaatlerle ekonomini düzelteceğiz, 3600 ü vereceğiz vs vs boş laflarla geçiştirmeye çalışan yetkililerine ve devletine küsmeden; yine de mesleğini en iyi şekilde yapmaya çalışan tek meslek erbabıdır.

Öğretmen, kendilerini mesleki olarak yetersiz gören yetiştirme yolunda adımlar atmaya çalışan birçok yetkiliden daha iyi donanıma sahip bir meslek mensubudur.

Öğretmen, öğrencisinin derdiyle dertlenen, velisinin sorunuyla uğraşan, zaman zaman amirinin etkisiyle gerilen, kurumunun baskısıyla bunalan, ekonomik kaygılarla yaşamı zorlaşan, ailesinin sorunlarını dahi en ufak bir şekilde işine yansıtmayan ve bunların hepsini vicdanında mahkûm edebilen bir mesleği yapmaktadır.

Hz. Ali’nin “Bana bir harf öğretenin kırk yıl kölesi olurum.” dediği gibi, öğretmenlik asil bir meslek olmasının gururu öğretmene yeter de artar bile.

Öğretmenler, görevleri başındayken şiddet görmek, tacize, tecavüze uğramak istemiyorlar.

Öğretmenler, bilmem “neli/kaçlı hatlardan” aranmak suretiyle haksız şikayetlere maruz kalmak istemiyorlar.

Öğretmenler, artık boş vaatler istemiyor.

Öğretmenler, artık hem maddi hem manevi anlamda hak ettiklerini almak istiyorlar.

Öğretmenler, rahat bırakılmak, huzurlu olmak ve eşit koşullarda görev yapmak istiyorlar.

Öğretmenler ne veli ne idari ne de bakanlık nezdinde baskı altında kalmadan vicdanlarıyla baş başa kalarak görevlerini yapmak istiyorlar.

Öğretmenler, Öğretmenler Günü’nde kimseden bir tek kuruşluk hediye vs almak istemiyor, hak ettikleri 3600 ek göstergeyi almak istiyorlar. Kaybettikleri meslek onurunun yeniden tesis edilmesini istiyorlar.

Öğretmenler, polislik, garsonluk, komilik ya da herhangi başka bir mesleği yapmak değil atanarak öğretmenlik yapmak istiyorlar.

Hadi gelin bu taleplere cevap verelim öğretmeni öğretmen olarak görelim.

Sonuç olarak kısa bir anekdotu da paylaşarak bitirmek istiyorum:

Bir grup öğretmen bir restorana yemeğe giderler.

Garson bey masada öğretmenler olduğunu fark edince;

“Ben de öğretmenim ama 85 puanla atanamadım. Mecburen garsonluk yapıyorum.” der.

Öğretmenler o andan itibaren “Suçlu bizmişiz gibi yemek siparişi bile vermeye utandık.” Diyorlar.

Öğretmenlere restoranlar değil sınıflar yakışır!

Büyük önder Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün dediği gibi “Öğretmenler, yeni nesil sizin eseriniz olacaktır. Değerli öğretmenler, gelin bu yeni nesilleri bilim ve bilgi çağına uygun olarak yetiştirelim.

Bu anlamda, ülkemin tüm eğitim çalışanı öğretmenlerimizin Mustafa Kemal Atatürk’ün Anadolu’nun aydınlanması için başlattığı Millet Mektepleri ve onun başöğretmenliğini kabul ettiği gün olan 24 Kasım Öğretmenler Gününü kutluyoruz.

Yaşar GELER

Devamı
UZAY VE ENERJİ SAVAŞLARI

Uzay, tüm evreni sınırsız bir şekilde kavrayan ya da kapsayan derin bir boşluktur. Bu boşlukta milyarlarca yıldız, uydu ve sistemler mevcuttur. İnsanoğlu bunun belki de milyarda birine hakimdir. Ancak insanın azmi ve hırsı sanıyorum ki uzayın derinliklerine girmeyi başaracaktır. Zaten, ayı, marsı keşfetmedik mi? Uzaya yolcuklar yapmıyor muyuz? Bunlar ilerideki bir zamanda keşfedilen ve yaşam belirtileri olan bu yerlerde de yaşamı olası kılacaktır. Bu nedenle de özellikle kapitalist ülkeler ağırlıklı projelerini bu tez üzerinden yürütmeye çalıyorlar.

     Emperyalist sistemin etkin olduğu ülkeler bir yandan da mevcut yaşamın nimetlerini en üst düzeyde kullanabilmek için ülkeler arası savaşlar ve seferler gerçekleştiriyorlar. Özellikle de gelişmekte olan ve az gelişmiş ülkeler üzerinde bu oyunlar oynanıyor. Duyduğumuz ve bildiğimiz kadarıyla ekonomik olarak güçlü olan Amerika ve Avrupa ülkeleri kendi öz kaynaklarını kullanmak yerine ekonomik olarak güçsüz olan az gelişmiş ve gelişmekte olan ülkelerin yer altı ve yer üstü zenginliklerine göz dikiyor. Binlerce kilo metre uzaklıktaki ülkelere sözüm ona demokrasi getirme adına saldırılar düzenliyorlar. Saldırıları sonucunda da kaldıkları süre içerisinde var olan yer altı ve yer üstü zenginlik kaynaklarını özellikle de petrol ve madenlerin bulunduğu alanları kendileri işletmek ve kullanmak suretiyle ülkelerine aktarıyorlar. O ülkelerin insanları ne yapıyor? Sanki kendilerini kurtarmışlar gibi o zalim vampir ülkelerin yöneticileri önünde el pençe divan durarak esaret hayatı yaşıyorlar.

     Bu olayların cereyan ettiği ülkeler ne hikmetse hep Asya, Afrika ülkeleri ile Arap yarımadasında olan ülkeler olarak çıkıyor karşımıza. Sanki dünyanın bütün petrol ve maden yatakları sadece bu iki kıtada yer almaktadır. İşte bu nedenledir ki, bugün yani günümüzde yaşanan savaşlar öncelikli olarak enerji savaşları olarak tarihe geçmektedir. Bugün petrol yarın bunun yerini su savaşları, ileride bir zamanda da hava, ağaç, tarım, toprak, ilim, bilim vs. savaşları alacaktır. Doğal olarak da bu ülkelerin kaynaklarını kuruttuktan sonra kendi kaynaklarını kullanmaya başlayacaklar ve kaynakları kuruyan ülkeler de bugün olduğu gibi yarın ve gelecekte de hep o ülkelere bağımlı kalacaklardır.

     Uzay savaşlarından kastımız da şudur: Artık sıcak ya da soğuk savaş dönemleri kısmen sonlanmış, bilimin nimetlerinden de yararlanarak ülkesinde oturduğu yerden ve daha önceden uzaya yerleştirmiş olduğu uydular ve uydulara yerleştirilmiş kızıl ötesi ışın yayan silahlarla bir tıkla istediği yeri vurabiliyor, yakabiliyor ve yıkabiliyor. Bunun en bariz örneği çeşitli çevreler tarafından yakın zamanda eş zamanlı olarak ülkemiz dahil birçok ülkede çıkan orman yangınları olarak anlatıldı. Bu yangınların en önemli argümanı uzaya yerleştirilen bu silahların denemesi olarak sunuldu toplumlara…

     Bilişim ve bilgi çağında, enerjiye en çok gereksinim duyulan bir dönemi yaşıyoruz. Enerji, yaşamın olmazsa olmazıdır. Nasıl ki, bir insanın yaşamak ve hareket etmek için yeme içme dediğimiz beslenmeye ve ona bağlı olarak ortaya çıkan enerjiye gereksinimi varsa toplumların da her alanda enerjiye gereksinimi olduğu gerçeğinden farklı düşünmenin mümkün olmadığı açıktır. O halde bu enerjilere ulaşmanın da uzay yollu enerji savaşlarından geçtiği gerçeğiyle karşı karşıyayız.

     Sonuç olarak; bir toplum kendi öz enerji kaynaklarını ne kadar tüketmeye başlarsa o kadar küresel etkinliğini artırmış olur. Önemli olan var olan bu kaynakları en verimli şekilde önce kendi insanın için kullanman sonra da tüm insanlığın erişimine açmalısın. Ancak, ne yazık ki kapitalist sistemler önce senin kaynaklarını sonra kendi kaynaklarını kullanmaya odaklanmış durumdalar.

Yaşar GELER

Devamı
SARI SAÇLI MAVİ GÖZLÜ DEV ADAM

Memleketten bir fani göçtü. Yetim, öksüz, yoksul ve kimsesiz bir fani.

Hem de öyle böyle değil, damgasını vurdu geçti. Ömrünü sığdırabildiği elli yedi yıla karşılık gelen bir ömürle.

Yok olmuş bir milleti canlandırdı. Dört bir yanı işgal altında, esaret ve yokluğa terkedilmiş bir milleti canlandırdı.

Yıkılmış bir devleti yeniden kurdu. Altı yüz yıllık dev bir imparatorluktan eser kalmamış bir devlet çıkarmayı başardı.

O, bir insandı. İnsanca davranışlarıyla tüm insanlığa örnek oldu.

O, bir ressamdı. Memleketin kaderini çizdi. Çizdiği kaderden Türkiye Cumhuriyeti Devleti var oldu.

O, bir yazardı. İnsanlığın ve Türklüğün tarihini yazdı. Yetmedi aldı eline kalemi oturup Geometri kitabını yazdı.

O, bir askerdi. İyi bir asker, iyi bir komutan oldu ve askerine kendisi de dahil olmak üzere cephede ölmeyi emretti. O emirle ülkenin kaderini değiştirdi.

 O, bir mimardı. Kasasında beş kuruşu olmayan bir devletin çehresini değiştirdi. Memleketi yeniden inşa etti.

O, bir öğretmendi. Ülkede okuma yazma seferberlikleri başlatarak cahil bırakılmış bir halktan eğitimli ve donanımlı bireyler yetişmesine vesile oldu.

O, bir çiftçiydi ki ülkede üretime dayalı yaşamın gelişmesine olanak sağladı.

O, bir köylüydü ki “Memleketin efendisi köylüdür.” Diyerek köylüye değer verdiğini gösterdi.

O, sarı saçlı mavi gözlü bir devdi. O dev ki tüm emperyalist ülkelerin oyununu bozdu ve emperyalizme karşı galip geldi.

O, inançlı bir insandı. Öyle inançlıydı ki din işlerinin devlet işlerine karıştırılmasına müsaade etmedi ve dinimizi korumak adına Laiklik gibi bir düzeni/sistemi geliştirdi.

O, öyle bir insandı ki bizler burada heykellerine bile tahammül edemezken ve saldırılarda bulunurken sınırlarımız dışında birçok ülkede heykelleri dikildi ve törenlerle anıldı.

O, öyle bir insandı ki kurduğu devlette meteliğe muhtaçken ilk on yılda ülkeyi demir ağlarla ördü.

O, öyle bir insandı ki neredeyse ülkenin her köşesine fabrikalar dikti. Ülkemiz kendi kumaşını, şekerini, demir-çeliğini vb.lerini üretmeye başladı.

Ey Gazi Mustafa Kemal Atatürk, en büyük Türk Atatürk, ölümünün 83. Yıldönümünde seni saygı ve rahmetle anıyoruz.

Vatan sana minnettardır. Çizdiğin aydınlık ve çağdaş yolda durmadan yürüyeceğimize ant içeriz.

Yaşar GELER

Devamı
Var oluş destanı ;Cumhuriyet!

Var oluş destanı; Cumhuriyet!
Bugün, bir varoluş destanının başladığı ve resmileştiği bir gün. 
Bugün, hak edilmiş bir demokratik yaşamın hayata geçirildiği bir gün.
Bugün, tüm dünyaya kafa tutularak haklı özgürlüğün elde edildiği ve resmileştirildiği bir gün.
Bugün, tüm ulus olarak sevincimizi, kıvancımızı, mutluluğumuzu paylaşabildiğimiz bir gün.
Bugün, bu sevinci bizlere yaşatan başta Mustafa Kemal Atatürk olmak üzere tüm şehitlerimizi rahmet ve minnetle anıyorum. 
Cumhuriyet, halkın egemenliğine dayanan yönetim şekli demektir.
O halde CUMHURİYETİ şöyle de anlayabiliriz; 
Cumhuriyet; 
Halktır, özgürlüktür, var olmaktır, insan olmaktır, geçmiştir, gelecektir.
Bir değerdir, sevgidir, saygıdır, eline aldığın kimliğindir.
Kadınlığını yaşamaktır. Kadının seçmesi, seçilmesi ve eğitim hakkından yararlanmasıdır.
İnsan haklarına saygıdır. Ülkemizde çocuk haklarının yerleşmesidir, seçmek ve seçilmektir.
Okuldur, eğitimdir, bilimdir, fendir, giyim kuşamdır, modernliktir, din ile devlet işlerinin ayrılmasıdır.
Ulus olmaktır, yaşamı seçmektir, esaretten arınmaktır.
Anadolu’dur, Samsun’dur, Erzurum’dur, Sivas’tır, Amasya’dır, Kars’tır, Ardahan’dır, düşmanın denize döküldüğü İzmir’dir.
Aydınlanmadır, reformdur, sanayidir, fabrikadır, ülkenin ilk kez demiryolu ağlarıyla örülmesidir, şekerdir, uçaktır, uygarlaşmadır.
Bu vatan için uzuvlarını yitiren gazilerdir ve canlarını veren şehitlerdir.
Misak-ı Millidir, Anadolu’dur, şanlı Türk Bayrağımızdır.
Cumhuriyet, Sakarya’dır, Dumlupınar’dır, Mustafa Kemal’in dediği ‘’İlk hedef olan Akdeniz’dir.
Kısacası, Cumhuriyet Mustafa Kemal Atatürk’tür, sensin, benim, herkestir.
     Evet, bizdeki ya da bendeki Cumhuriyet anlaşımı bu şekildedir. 
     O bayrak ki bu vatanın gönderlerinden hiç inmeyecek, o halk ki hep özgür olarak kalacak. Cebimizde gururla taşıdığımız o T C kimlikleri hiç değişmeyecek. Bu vatanın evlatları gözlerini kırpmadan, bu vatan uğruna göğüslerini, geçmişte olduğu gibi gelecekte de hep siper edecekler. 
     İşte bu sayede de 23 Nisanları, 30 Ağustosları, 29 Ekimleri, 10 Kasımları, Ramazan ve Kurban bayramlarını hep kutladık ve kutlamaya da devam edeceğiz. Bunun için gerekli olan asil Türk kanı damarlarımızda dolaşmaktadır. Türklüğümüzle övünüp, bedenimizle ve beynimizle çalışıp, geleceğimize güvenle bakacağız.
     Ben bir cumhuriyet çocuğu olarak, cumhuriyetin bana sunduğu olanaklardan yararlanıyorum. Gelecek neslin de cumhuriyetin bu güzel olanaklarından yararlanmasının temel bir insan hakkı olduğunu düşünüyorum ve istiyorum. 
     Cumhuriyetlerde bireyler ön planda olurlar. Demokrasilerde ise halk ön planda olur. Bu nedenle de Cumhuriyet bir adım demokrasinin önünde gider. Kıymetini bilelim. Zaten kıymetini bilemediğimiz şeyler elimizden çabuk çıkar bu kez de onu yeniden bulmak için yıllarca çabalar dururuz.
     29 Ekim Cumhuriyet Bayramımızın 98. Yıldönümü kutlu olsun!
Yaşar GELER
Gazeteci/Yazar

 

Devamı
Anısına saygıyla!

Anısına saygıyla! 
Yaşamımızın bir dönemine damga vuran,
Adını dağlara taşlara yazdıran,
Kıbrıs fatihi,
Saygın dünya lideri,
Bir gram kirliliği olmayan,
Ömrünü haksızlığa ve hukuksuzluğa karşı direnişe adayan,
Emperyalist ülkelere kafa tutarak Ortadoğudaki halkların ezilmesine ve sömürülmesine karşı direnen,
Varlığını, Türk varlığına adayan,
Devletin otomobilini kabul etmeyip kendi Reno-9 otomobilini kullanan,
Evinin alışverişini kendi parasıyla kendi yapan, 
İşçi ve emekçi dostu olan,
Köylünün derdini kendine dert edinen,
12 Eylül faşizminin baskılarına boyun eğmeyen ve tutsak edilerek siyasi yaşamı engellenen, 
Mütevazi bir yaşam sürdürerek hayattan ayrılan,
Türk siyasi tarihinin gelmiş geçmiş en doğru, dürüst ve düzgün insanlarından birisi olan Anadolu 'nun yiğit Karaoğlanı Bülent Ecevit'i ölümünün "5 Kasım 2006" 15. yıldönümünde rahmet, minnet ve saygıyla anıyorum.
Ruhu şad, mekanın cennet olsun güzel insan.
Yaşar GELER

Devamı
BİR YUDUM MUTLULUK

Mutluluk, canlılara özel bir durumdur. Bu duyguyu insanlar, hayvanlar ve bitkilerin hepsi yaşarlar. Bir gramlık bir iyi niyet bile onları mutlu etmeye yeter de artar bile.

     Mutluluk, canlıları iyi bir durum karşısında kendilerini iyi hissettikleri bir duygu patlamasıdır. Bu durum kendilerini iyi hissetmelerinin yanında, yükseklere uçmalarına, olağanüstü davranmalarına da yol açar. Mutsuzluk ise, bu saydıklarımın tam tersini ifade eder.

     Bir garibanı, bir sokak yaşayanını düşünün neredeyse her şeye muhtaçtır. Ama bir dilim ekmek, bir liracık parayı elinde gördüğünde gözleri parlar, ışıl ışıl olur.

     Bir emekli insanı düşünün. Aldığı üç kuruşluk maaşla zar zor geçinmeye çalışırken, zamlı maaş dönemlerinde kendisine çok görülen ve görüşmeleri aylar süren bir kuruşluk bir zammı aldığında bile mutlu olur. Hatta yetmeyeceğini bildiği halde o kazanımı bile onu mutlu eder.

     Bir yoksulu düşünün. İmkansızlıklar içerisinde yaşarken bir ramazan ayında verilen yardım ve desteklerle göklere uçar. Kurban Bayramı’nda bir kez olsun yiyeceği etle mutluluğun zirvesine çıkar.

     Bir işvereni düşünün. Kazandığıyla ve rahat yaşamıyla mutlu olur. Her kazandığı farklı parayı servetine katmanın mutluluğuyla ne yapacağını bile şaşırır.

     Bir sokak kedisine, köpeğine verdiğin bir yudum su ya da elli gram mama ile gözleri parlar. Seni okşar, yalar ve vaz geçilmez yapar.

     Bir çiçeği düşünün. Verdiğiniz su ve besinle renkten renge girer, ışıl ışıl olur. Sanki seninle konuşur. Demek ki mutluluk, genellikle sahip olmakla ilgili bir durumdur. Bu durum ister maddi ister manevi olsun hiç fark etmiyor.

     İnsanlar birbirlerini mutlu edebilmek için iyi bir söz söylemeleri yetiyor da artıyor bile. Onlara duygusal yaklaşım onları bulutların üstünde gezdirir.

     Tabi ki bunun yanında mutsuzluklarda mevcut. Paran az olur bir dert. Paran çok olur başka bir dert. Garibana beklenmedik bir anda olağandan çok verdiğinizde bitmesin diye harcamaya bile kıyamaz. Al sana mutsuzluk. Zengine milyonlar verirsin, az bulur. Onu nasıl trilyonlara çevireceğinin hesabıyla ya da onu nasıl koruyacağının hesabını yapmakla uykuları kaçar. Al sana zengin mutsuzluğu.

Hani bir şarkı sözü var ya:

“Para para para,

Varlığı bir dert, yokluğu yara…”

     İşte mutluluk ve mutsuzluk denilen olgular böyle bir şey. Bazen bir yudum su bile canlıları mutlu ederken, bazen de tonlarca oda dolusu varlık sizi mutsuz edebiliyor.

     Aslında mutluluk da mutsuzluk da sizin elinizde. Mücadele eder kazanım sağlarsanız mutlu olursunuz. Gayri meşru zeminlerde kazanır, çok daha çok olsun derseniz mutsuz olursunuz. Buyurun bakalım tercih sizin!

Yaşar GELER

Devamı
Hayat Eve Sığar mı?

Hayat eve sığar mı?

Hayat eve sığar. Zaten yaklaşık iki yıldır eve mahkûm yaşamıyor muyuz? Sınırlı, ölçülü bir hayat yaşıyoruz. Zor da olsa, sıkıntılı da olsa, mutsuz da olsak! Demek ki hayat eve sığıyormuş.

Hayat okula sığar mı?

Hayat, okula sığardı bir zamanlar. Evden çok okulda vakit geçirirdi öğrenciler, öğretmenler, yöneticiler, veliler ve diğer ilgililer. Ama bir afat geldi ki, hayat iki yıldır okula sığmaz oldu. Okulu evlere taşıdık. Hayat yine eve sığar oldu.

Hayat hastaneye sığar mı?

Hayat, hastaneye sığar. Çaresiz kalan, derdine derman arayanların son uğrak yeridir hastaneler. İnsanlar son bir çare olsun diye hastaneye giderler, sorunlarını çözmek isterler. Fakat yine de dönüp dolaşıp geldikleri yer evleri olur. Hatta birçok insan tedavisini bile evde yapar.  İşte demek ki hayat yine de eve sığarmış.

Hayat eşe sığar mı?

Hayat, eşe sığar dersek ne kadar mantıklı olur bilmem. Ama hayatı yaşayabilmek için eş dışında da gerekli olgular, durumlar, insanlar, arkadaşlar, akrabalar vb. bir şeylere gereksinim duyar insanlar. Demek ki hayatın eşe sığdırılması da bir yere kadar. Kiminle ne şekilde ve nasıl yaşarsan yaşa yine eve gereksinim duyarsın. Hayat yine de eve sığarmış.

Hayat çocuğa sığar mı?

Hayat, çocuğa sığar dersin. Çocuksuz olmaz, çocukla mutluyum dersin. Ama bir bakarsın ki çocuk bile yok. Hatta çocuğunu bile görmekte zorlanırsın. Çocuğunu görmek için, onlarla buluşmak koklaşmak vs. için bile bazen bir telefonun ekranına muhtaç kalmışsın. Oysaki sığınacağın liman yine seni barındıran evindir. Demek ki hayat eve sığarmış.

Hayat, gönüle sığar mı?

Hayat, gönüle sığar dersin. Bir de bakmışsın ki gönül bile kırılmış, yok olmuş. Gönlüne girdiğin ya da gönlüne girmiş olan insanlar bile yok yanı başında! Demek ki hayat gönüle bile sığmazmış. Gönül bir yana ev bir yana. Hayat yine eve sığar olmuş.

Hayat işe sığar mı?

Hayat, işe sığar dersin. Çalışır didinir durursun. Ekmek kapısıdır, kazanıp hayatını sürdüreceksin. Fakat bir bakmışsın ki, hayat işe de sığmaz olmuş. Kazanmak bir yana, yine de eve dönmelisin. Hatta işi bile eve taşımışsın. Home ofis çalışmaya başlamışsın. Yani hayat işe sığmamış, yine eve sığmış.

Koşullarımız ne olursa olsun, ev olmadan hayat olmaz. Hayat her zaman eve sığar.

Yaşar GELER

Devamı
SMA (spinal müsküler atrofi) GERÇEĞİ

Değerli okurlarım bu yazımda bilindiği üzere ülkemizin kanayan yarası ve ailelerin, çocukların ve bebeklerin korkulu rüyası olan bir hastalıktan söz edeceğim. Bu hastalık malumunuz üzere SMA denilen ve açılımı  (spinal müsküler atrofi). Kısa bir deyimle omurilik felci gibi de nitelenebilir. Ne yazık ki bu hastalığın pençesinde binlerce evladımız can çekişmektedir. Hal böyle iken ne yazık ki Sağlık Bakanlığı da kesin tedavisi olmadığını ileri sürerek bu hastalıkta kullanılmakta olan ilaçları SGK ilaç ödeme listesinde de geri ödeme kapsamına almamaktadır. Durum böyle olunca aileler perişan, çocuklar mağdur, bebekler çaresiz bir şekilde tabiri caizse ölüme terk edilmektedirler. Gelin önce bu hastalıkla ilgili edindiğim bilgilere bir göz atalım.

     SMA (spinal müsküler atrofi), omurilikteki motor sinir hücrelerini etkileyerek yürüme, yemek yeme ve nefes alma gibi temel kabiliyetini ortadan kaldırır. Bebekler için bir numaralı genetik ölüm nedenidir. Kas kaybı ve zayıflığa sebep olan ve çok sık rastlanmayan bir hastalıkmış.

     Türkiye'de yaklaşık bin yedi yüz çocuk ve bebek, nadir görülen kas hastalığı SMA'nın (Spinal Muskuler Atrofi) pençesinde. Evresine göre 3 yaşına kadar hayatta kalabilen SMA'lı çocuklardan 6'sı, son 1 ayda hayatını kaybetmiş.

     Tip-3 SMA hastalığının semptomları 18. aydan sonra başlar. Bu döneme kadar gelişimleri normal olan bebeklerin, SMA belirtilerinin fark edilmesi ergenlik dönemini bulabilirmiş.

     İlacın ilk yıl kullanılacak dozları için 625 bin ile 750 bin dolar arasında bir rakam ödenirken, daha sonra her yıl için 375 bin dolar ödeniyor. SMA tedavisinde kullanılan bir diğer ilaç ise Roche ilaç şirketinin ürettiği Risdiplam isimli ağız yoluyla kullanılan ilaçmış.

    Edindiğim bilgiye göre, SMA hastalığının net bir tedavisi bulunmamakla birlikte, araştırmalar son hızıyla devam etmekteymiş. Bu sırada ise hastalık belirtilerinin azaltılması ve hastanın yaşam kalitesinin yükseltilmesi için çeşitli tedaviler, uzman hekimler tarafından uygulanabiliyormuş.

     Ülkedeki sağlık sisteminin çok büyük bölümü özel sağlık sigorta firmaları ve kısmen devlet eliyle yürüyor. Dolayısıyla hiçbir SMA ilacı devlet tarafından karşılanmıyor. Örneğin bir SMA hastasının "gen tedavisi" niteliğindeki ilaca ulaşabilmesi, o kişinin kullandığı özel sağlık sigorta kapsamına bağlı durumdaymış.

     Ailesinde SMA öyküsü olan veya akraba evliliği yapmış anne ve baba adaylarının kan testleriyle taşıyıcı olduğu tespit edilirse hamileliğin 10. haftasında kordon villüs biyopsisi veya 16. hafta sonrasında amniyosentez ile bebeğe dokunmadan SMA hastalığının olup olmadığını öğrenebiliyormuşuz.

     Şimdi olayın bir başka boyutuna bakalım. Her ne kadar ülkemizde tedavisi yok deniyor ve ilaçlar geri ödeme kapsamına alınmıyor olsa da bu hastalığın tedavisinin ABD’ de mümkün olduğu, bir şekilde ilaç, tedavi ve diğer giderler için gerekli parayı toparlayıp yurt dışına gidebilen ve çoğunlukla da tedavisi sağlanmış olarak geri dönen bebekleri görüyoruz. Ortaya çıkan tablo ise, Sağlık Bakanlığı’nın bu konuya olumlu yaklaşmadığını, maliyetli bir tedavi olduğundan da nerdeyse bu insanlarımızı ölüme terk ettiğini görüyoruz.

Şimdi Sağlık Bakanlığımıza buradan sesleniyorum ve soruyorum:

-Sayın Sağlık Bakanı SMA hastalarıyla ilgili nasıl bir yöntem izliyorsunuz?

-Ülkemizde bu tip hastalarla ilgili kayıtlar tutuluyor mu?

-Bu hastalarımızdan tedavi için yurt dışına gidip tedavi olduktan sonra dönen hastalarımızın kayıtları mevcut mudur?

-Kayıtlar mevcut ise, dönenlerden ne kadarı gerçekten tedaviye cevap vermiş ve sağlığına kavuşmuştur?

-Sağlığına kavuşmuş olan bebeklerin sayısı çok ise, bunların tedavileri için gerekli olan ilaçların SGK geri ödeme listesine alınmasını sağlamakla yükümlü değil misiniz?

-Şayet bu hastaların tedavileri yurt dışında da mümkün değil ise, o zaman bu paraların toplanması için neden yardım toplama izni veriyorsunuz?

-Sosyal devletin görevi öncelikle insan sağlığını korumak ve tedavisini yapmak değil midir?

-Bu hastalar için yardım toplama kampanyalarına siyasilerin ya da çeşitli kamu görevlilerinin destek vermiş olması bile tedavi kapsamına alınmaları için bir gerekçe değil midir?

     Bu ve benzeri sorular uzar gider. Ama sosyal devletin görevi öncelikli olarak insanını korumak olmalıdır. Tedavisi gereken her şeyi yapmalı ve bilimin uygulanmasından sonra sonuca varılmalıdır. Artık Sametler, Elifler, Aliler vb.leri ölmesinler. Gelin hep birlikte el ele verelim ve bu canları yaşatalım. Bu ağır yükü o zavallı ailelerin sırtına yüklemeyelim. Sağ olsunlar ki ülkemizde sağduyulu insanlar var da en azından kendilerine ulaşabilen ailelere yardımcı oluyor ve destek veriyorlar da canların yaşamalarına olanak sağlıyorlar. Aslında bu görev devlette olmalıdır. Devletin sorumluluğunda olan bu işin vatandaşın sırtına yüklenmemesi gerekiyor.

     Son çağrım da tüm siyasi partileredir: Türkiye Büyük Millet Meclisini oluşturan beş yüz elli milletvekili, size sesleniyorum; toplumun bu kanayan yarasına parmak basın. Bir araya gelin ve bu işi çözün. İnsanlar sizden yasal düzenleme istiyorlar. Sağlıksız toplumların ilerlemesi mümkün değildir. Sağlıklı beyinler sağlıklı bedenlerde bulunur. Biraz empati yapın, bu çocuklar sizin çocuklarınız olsaydı ve siz de bunlar gibi çaresiz olsaydınız ne hissederdiniz?

     Bu çocuklar da yürümek, koşmak, oynamak, konuşmak, akranlarıyla olmak, okumak, meslek sahibi olmak, sizler gibi devletin çeşitli kademelerinde çalışmak, seçmek, seçilmek ve yönetmek istiyorlar.

Yaşar GELER

Devamı
KONUMUZ:AŞI

                               
     Malum iki yıldan beridir küresel ölçekli bir Covid-19 pandemisi kasırgası içerisinde debelenip duruyoruz. Evet, birçok çevrenin de aynı görüşte birleştiği gibi ben de inanıyorum ki bu Covid-19 virüsü bir laboratuvar üretimi sentetik bir virüstür. Bunu birçok bilim insanı da artık açık açık dile getirmektedir. Bunda anlaşılamayacak bir durum yok. Şu veya bu şekilde ortaya çıkarıldı, dünyaya yayıldı. Yayılımla beraber milyonlarca can gitti. Hasta oldu. Korktu, kaçtı, saklandı. Ama hiçbir şekilde bu yayılımı durduramıyorlar. Bunun nedeni de genellikle insanlar ve bilimsel çalışmalara olan güvensizlik. Hatta bilim karşıtı söylemler ve tezler. 
     Sonuçta bu yayılım devam ediyor ve ülkemizde günlük ortalama can kaybı üç yüzler civarında. Vakalar ise telaffuz bile etmekten korkuyoruz artık. Genellikle de bu vakalar ve can kayıplarının son adresi özellikle gençlik ve aşısız insanlar. Evet, aşı olup olmamak bir insan hakkıdır. Belki yasal olarak zorlanamaz bir durum. Ancak bunun bir de karşı tezini düşünelim. Nasıl ki aşı olup olmamak bir insan hakkıysa, insanların yaşamlarını sürdürmeleri de bir insan hakkıdır. İnsanların yaşam hakları yasalarla güvence altına alınmıştır ve devletin buna dair önlemler alması da zorunluluktur.
     Hani bir demokrasi sözü vardır ya: Bir başkasının özgürlük alanının başladığı yerde senin özgürlük alanın biter, diye. Tam da o misal, senin aşı olup olmama hakkını kullanman kadar benim de sağlıklı yaşama hakkım vardır. Eğer ki senin aşı olmaman benim sağlığımı tehdit ediyorsa, senin haklarının sınırlanması gerekir. Çünkü benim yaşam alanıma giriyorsun demektir. O halde buna göre devletimizin ve yetkililerimizin bunları dikkate alması kaçınılmaz ve aciliyet isteyen bir gerekliliktir.
     Bu hafta okullar açıldı. Milyonlarca çocuk ve genç insan bir arada olacaktır. Bunlarla birlikte milyonlarca veli de bir arada olacaktır. Bundan başka eğitimin bileşenleri olan milyonlarca öğretmen, idareci, akademisyen, okul çalışanı, kantin çalışanları, servis elemanları vb. birçok insan bir araya gelmek zorunda kalacaktır. Okullarda sınıf mevcutlarının bazı bölgelerde ellili sayılarda olduğu da acı bir gerçek olarak karşımızda duruyor. Siz her ne kadar maske takarsanız takın, mesafeyi korumaya çalışırsanız çalışın, hijyene dikkat ederseniz edin iki yıldır önleyemediğimiz gibi bundan sonra da önleyebilme imkânımız kısıtlıdır. Bunu önlemenin tek yolu olmazsa olmaz olan aşıdır. 
     İnsanların haklı olarak bilgi kirliliğinden kaynaklı endişeleri olsa da tek güveneceğimiz yer bilim olduğuna göre ve bilim insanlarının da önermeleri bu yönde olduğuna göre aşı yaptırmaktan başka çaremiz yoktur. İki, üç hatta gerekiyorsa dördüncü dozlarımız da yaptırarak toplumsal bağışıklığı sağlamaya yardımcı olmalıyız. Aksi takdirde bu iş daha uzun yıllar uzayıp gidecektir.  Bunun için de çok ciddi önlemler alınmalıdır. Başka konularda bir gecede alınan kararlar gibi bu konuda da ciddi kararlar alınmalıdır. Öyle ikna yöntemi vs. deneme yanılma yöntemleri uygulanarak bundan kurtulmanın mümkün olmadığını görüyoruz. En azından kamuda çalışan her görevliye test değil aşı zorunluluğu getirilmeli, aşısı olmayan öğretmen okula alınmamalı ve yaptırım uygulanmalı. Aşısı olmayan veli ve çocuğu okula alınmamalı ve yaptırım uygulanmalı. Aşısı olmayan hiçbir insan yaş grupları dikkate alınarak kamuya açık yerlere alınmamalıdır. Öyle özel bölüm ayrılsın vs. gibi söylemlerle işin ciddiyetini savsaklamadan çözmeliyiz. Aşı olmayan insanlarımız da ne yazık ki evlerine kapanmak zorunda kalmalıdırlar. 
     Kimsenin sağlığı bir başkası tarafından tehdit altında olmamalıdır. En önemli insan hakkı, yaşam hakkıdır. Bunu sağlamanın yolu da ulusça bir aşı seferberliğinden geçmektedir.
Yaşar GELER

Devamı
Emperyalizmin demokrasi anlayışı

     ABD ve işbirlikçi diğer devler yani kısaca emperyalist devletler dünyanın neresinde bir miktar maden, petrol vb. kaynak görseler hemen oraya çullanırlar, günümüzdeki tabiriyle oraya çökerler. Bunu neredeyse yüz yıllardır yaparlar. Çünkü emperyalizmin, kapitalizmin ilkesi budur. Güçlü olup güçsüz ve gelişme gayreti içerisinde olan ülkeleri önce karıştırıp, bölüp sonra da parçalayacak. Daha sonra da kendine göre oluşturduğu kukla devlet yönetim modelleriyle yönetecekler.

     Artık bu tezi bilmeyen bir dünya ülkesi yoktur. Dünyanın tüm ülkeleri bunların bu hain emellerini bildiği halde bir türlü önlem de alamıyorlar. Bir şekilde ajanları ve yerli işbirlikçileri tarafından devletlerin içlerine sızarak bu emellerini gerçekleştiriyorlar.

     Bu durum özellikle de Orta Doğu coğrafyasında ve benzeri Asya ülkeleri üzerinde gerçekleşiyor. Çünkü Orta Doğu’da petrol ve diğer maden kaynakları var. Aslında kendi coğrafyalarında da o kaynaklar mevcut ama önceliği bu ülkelerin yer altı zenginliklerine veriyorlar.

     Ancak ülkeleri işgal gerekçeleri her nedense hep aynı oluyor. Güya o ülkelere demokrasi getirmek. Güzelim Cumhuriyetle yönetilen ülkeleri bile demokrasi yok diye önce itibarsızlaştırıp sonra saldırılarıyla tahrip ediyor, yakıyor, yıkıyorlar. Daha sonra da ülkelerin yönetimlerine kendi ajanlarını ve yerli işbirlikçilerini getirerek emellerini gerçekleştiriyorlar.

     İşte Asya ve Orta Doğu ülkelerinden İran, Suriye, Pakistan, Afganistan vb. örnekleri ortada!

Şimdi ki son örneğinden açıklamalar yaparak yazımızı sonlandırmaya çalışalım:

     Güya 11 Eylül saldırılarını Afganlı güçler yapmış olduğu tezi yayılmaya başladı. Bu saldırıyı da Usame Bin Ladin’in yaptığını varsayarak Afganistan’a saldırılarını başlattılar. Harekât Usame Bin Ladin'in yakalanmasına değin sürecekti. Aynı zamanda Taliban ve diğer Taliban yandaşı güçlerin ortadan kaldırılması ile harekât sona erecekti. Böylelikle Afganistan'da iç güvenlik sağlanmış olacaktı.

     Ancak ne hikmetse bir terör örgütü olan güçlere karşı yaklaşık yirmi yol süren ve neredeyse dünya ülkelerinin yarısının bulunduğu topraklarda bir türlü terör örgütünü bitiremediler. Hatta ve hatta nasıl bir terör örgütü ise, koskocaman bir orduya dönüştü. O terör ordusu ki, ABD dâhil işgal kuvvetleri olan üstün teknolojik donanım ve güce sahip bütün işgalci ülke askerlerini yenerek ve ülkeden kovarak Afganistan devlet yönetimine el koyabilmiştir. Bunu hangi akıl ve mantıkla izah edebilirsiniz bilemiyorum. Bu yirmi yıllık süreçte Afganistan’dan ne alındı da bir anda geri çekildi ve ülke Taliban’a devredildi.

     O ABD ve işgalci diğer ülkeler ki toplamda seksen üç milyar dolarlık savaş araç-gereç ve diğer donanımlarını bırakıp gitsinler. Hem de kime bırakıyor, güya çatıştığı Taliban güçlerine. Sözüm ona basit bir terör örgütüne.

     Emperyalistler için ülkelerin yönetimlerinde kimin olduğunun bir önemi yoktur. Kimin kendilerine hizmet edeceğinin önemi vardır. Kendi atadığı ve daha sonra ABD ajanı olduğu ileri sürülen Afganistan Cumhurbaşkanını ve diğer ajanlarını güvenli bir şekilde ülkeden tahliye ettikten sonra ülkeyi kendi isteği ile bir terör örgütüne devredebiliyor. Belli ki o örgütlerle de bir takım anlaşmalar yapmıştır.

     Hiçbir emperyalist güç, istediğini almadan karşısındakine bir şey vermez. Hele hele çatıştığı bir güce bir çöpünü dahi bırakmaz. İşte önceki örneklerinde olduğu gibi, Irak’ta kime ne bıraktı, Suriye’de kime ne veriyor, Katar’da kimden ne aldı. Suudi Arabistan’da neler aldı, neler verdi?

Kısaca dünya ülkeleri içerisinde terör örgütleri dediğimiz yapılar devlet ordularıyla çatışırlarken taş mı atıyorlar? Bunlar bu silah ve diğer malzemeleri nerelerden temin ediyorlar? Bu örgütlerin arkalarında güçlü devletler olmasa bu kadar dayanabilme güçleri bulabilirler mi?

 

     İşte son örneğinde olduğu gibi yirmi yıllık bir işgalin sonucunda Afganistan’a getirilen demokrasi Şeriat yönetimidir. Şeriat yönetiminin de nasıl bir şey olduğunu açık açık göstere göstere uygulayan Taliban yönetimidir. İnsanlığın yok edildiği, insan haklarının askıya alındığı bir yönetimi kim nasıl kabul edebilir? Özellikle kadını yok sayan, ikinci plana itip eve hapseden bir anlayışın demokratik yanı neyle izah edilebilir? İnsanlığın, gelinen bu son noktada iyi bir muhasebe ve muhakeme yapması gerektiğini düşünmek gerek. Ayrıca her ülkede olduğu gibi ülkemizde de şeriat isteyen kesimlere örnek olur diye düşünmek gerek. İşte emperyalizmin demokrasi anlayışı budur.

Yaşar GELER

Devamı
SMA-LILARA BAYRAM HEDİYESİ

Gelin bu yıl SMA hastalarımıza bir bayram hediyesi verelim. Ha bu yıl geçti bayram yarın diyorsanız da sorun yok, önümüzdeki yıl için şimdiden planlayalım. Örneğin 23 Nisan 2022’de kutlanacak olan Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramı’nda verelim bu hediyeyi. Zaten bağlantıların yapılması, paranın temini için de biraz zamana ihtiyaç var.

     Hani her yıl belediyeler, dernekler, vakıflar, bakanlıklar, şirketler, şahıslar vb. kişi, kurum ve kuruluşlar çeşitli yardım kampanyaları yaparlar ya işte bu yıl o kampanyaları sadece ama sadece bir yere SMA hastalarımıza yapalım. Zararı yok bir yıl et yemeyiverelim ya da tatile gitmeyiverelim ya da herhangi yapacağımız ekstra bir harcamamızı yapmayalım. Bir yıl, topu topu bir yıl. Yani et yemeyen aileler var ya onları düşünerek kurban bağış kampanyaları vs. ya da başka türlü kampanyalar yapılıyor ya yıllardı et yememiş insanlar belki bir yıl daha yemeden dayanabilirler ama SMA hastaları dayanamıyor ve birer birer hayattan kopuyorlar. Gelin bu yıl bir seferberlik yapalım onları yaşatmak için ülke genelinde kampanya yapalım.

     Aslında bu iş doğrudan devletin sorumluluğundadır. Yani insanı yaşatmak gibi bir görevi vardır devletin. İnsanın da yaşama hakkı vardır. İşte tam da bu noktada bu işi yapmamız gerekir. Öncelik devletten başlamak üzere SSK kapsamına alınmasını sağlayalım bu tedavinin tüm unsurlarını. Sonrasında da genel seferberlik kampanyasını başlatalım. Buna inanıyorum ki hiçbir insan bu kampanyaya karşı çıkmaz ve destek verir. Çünkü sonuçta bir canın yaşamasına katkı verecek.

     Şimdi diyeceksiniz ki bu iş nasıl olacak? Tam da sıra o kısma geldi. Benim aklımın erdiği kadarıyla naçizane önerim şudur: Öncelikle araştırmalarımdan çıkan bazı verileri ortaya koyalım.

Türkiye’de 30 Büyükşehir Belediyesi,

                    51 İl Belediyesi,

                  519 İl Belediyesi,

                  400 İlçe Belediyesi,

                  397 Kasaba Belediyesi,

             90 000 Dernek,

               6 000 Vakıf,

                    45 Banka,

                  993 Holding,

             85 000 Şirket,

                  100 Futbol kulübü ve bilinmedik onlarca para hareketinin döndüğü yerler. Köylerimiz, ilçelerimiz ve illerimizdeki vatandaşlarımızı da katarsak tam bir seferberlik ve çözülmemiş tek sorun, tedavi edilmemiş tek SMA ya da başka bir sağlık sorunu kalmayacağını düşünüyorum. Yani özetle şunu söyleyebilirim ki gerçekten bu ülke seferberliği başlatılsa, kimse tek kuruşuna dokunmadan istendik yere gitse bir yıl gibi kısa bir sürede bu soruna kalıcı çözüm bulunacaktır.

     Bunun mümkün olabileceğine de şu anlamda kanaat getiriyorum: Pandemi sürecinde sıkıntı yaşayan insanlarımıza dönük elektrik, su, doğalgaz, telefon, bakkal borcu vb. konularda özellikle belediyelerin başlattığı bağış kampanyalarına bir haftada milyonlarca lira kaynak toplanabiliyorsa, yukarıda sıraladığım onlarca kişi, kurum ve kurumların bir yıl boyunca sürdüreceği kampanyada neler yapılmaz neler.

     E o zaman ne duruyoruz hadi gelin bu seferberliği, bu kampanyayı hemen şimdi başlatalım. Sade bir vatandaş, bir memur, bir emekli olan benim gibi bir vatandaş bile kampanyaya destek olmaya, omuz vermeye yaşam mücadelesi veren o minik bedenlere can suyu akıtmaya bugünden hazırım. Görseldeki Hamza bebekler gibi minik canlara…

     Gelin bu canları yaşatmak için 23 Nisan’ı hedef koyalım Çocuk Bayramı’nda onlara yaşamları armağan edelim. Hadi 23 Nisan olmaz yetişmez derseniz gelecek Ramazan Bayramı ya da Kurban Bayramı olsun. Yok, daha hızlı davranalım derseniz o da olur 29 Ekim Cumhuriyet Bayramı olur. Her şeye varız ama illaki gönüllü olalım ve gerçekten çözüm odaklı hareket edelim. Özellikle İstanbul ve Ankara Büyük Şehir Belediyelerinin neler yaptığını gördük. Şimdi sıra SMA-lılarda belediyeler başlatın bu kampanyayı da görelim. İlk bağışçınız da ben olacağım. Hatta bu kampanyaya Maltepe Ardahanlılar Derneği olarak da resmi izinlerimizi alarak özel bir çalışma yapmaya hazırız.

     Bu vesileyle tüm yurttaşlarımızın Kurban Bayramını kutluyor, minik bedenlere yaşamlarını armağan ediyorum.

Yaşar GELER

Devamı
Anadolu'dan Esintiler 3 Aktaş Sınır Kapısı, Tüneller ve Bağlantı Yolları

     Anadolu'dan Esintiler 3

     Aktaş Sınır Kapısı, tüneller ve bağlantı yolları

     Anadolu’dan Esintiler yazı dizimin bu bölümünde bölgemizin en önemli noktasına değinmek istiyorum. Çünkü bu güzergâh çok önemli bir ekonomik güzergâhtır. Özellikle de Tarihi Kara İpek Yolu Çıldır’dan Orta Asya’ya açılan kapıdan geçilerek varılır. Bu kapının adı da Çıldır-Aktaş Gümrük Kapısı’dır. 18 Ekim 2015 tarihinde üçüncü büyük gümrük kapısı olarak açılmıştır.

     Çıldır-Aktaş Gümrük Kapısı aslında çok büyük bir ticaret hacmi olarak ülkeye girdi sağlayacak bir proje olarak düşünülmüş ve hayata geçirilmiştir. Ülkemiz açısından önemli bir projedir ve Ardahan-Çıldır açısından da ayrı bir önemi vardır. Ülkemizin bu ve benzeri projelere çok ama çok gereksinimi vardır. Ancak projenin iyi olması tek başına yeterli değildir. Proje bütün unsurlarıyla hayata geçirildiğinde daha da önem kazanacaktır.

     Bu projeyle sadece sınır komşumuz Gürcistan’la ticari ilişkilerimiz sürmüyor. Bu projeyle Asya’da bulunan tüm Türki Cumhuriyetleri ve diğer ülkelerle de ticari ilişkilerimiz sürdürülmektedir. Ayrıca bizim ihracatımız yanında Asya ülkelerinden de ithal ürünler bu yolla ülkemize getirilmektedir. Fakat bunu da açıkça söylemekte yarar vardır ki, bu kapı ile çok geniş bir ticari hareketlilik sağlanamıyor. Bunun en önemli nedenlerinden birisi bu kapıya giden yolların sorunudur. Bu anlamda özellikle Kars-Ardahan arası ve Ardahan-Çıldır arası bağlantı yol projeleri hızla sürmektedir. Uluslararası standartlarda yapılan bu yollar tamamlandığında büyük kentleri kıskandıracak bir niteliğe de kavuşacağını gözlemledim.

     Aktaş Gümrük Kapısı Ardahan bağlantı yolunun çok az bir kısmında yol eksikleri kalmıştır. Hızlı hareket edildiği takdirde bu yaz bitirilebilecek gibi gözüküyor. Ancak sadece yol değil. Bu yolun geçiş güzergâhında bulunan 2150 rakımlık bir Mozoret Tepesi bulunmaktadır. Bu tepe özellikle TIR’ların korkulu rüyasıdır diyebiliriz. İşte tam da bu nedenledir ki bu tepe bir tünelle geçilmeye çalışılmaktadır. Bu tünel inşaatı uzun zamandır başlamış olmasına rağmen hala bitirilememiştir. Hatta yerinde gittim ve gördüm ki çalışma bile yok. Faaliyet durmuş durumdadır. Bu yolun üzerinde bulunan ve olmazsa olmazı olan Mozoret Tepesi’ndeki Âşık Şenlik Tüneli’nin bir an önce hayata geçirilmesi ve ulaşım kolaylığı ve seriliği sağlaması gerekmektedir.

     Sanırım bu aksaklık pandemi süreciyle de ilişkili bir durumdur. Çünkü kapıya vardığımız da ilgili ve görevlilerden aldığımız bilgi; pandemi koşulları nedeniyle sınır yaya geçişlerine kapalı, sadece tır geçişlerine izin veriliyor şeklindeydi. Sağlık açısından doğru bir karar olmakla birlikte bazı zorlukları da beraberinde getirmiş olması ayrı bir olumsuz durum olarak karşımıza çıktı. Yük taşıyan TIR sürücüleriyle yapmış olduğum röportajdan anladığım kadarıyla; geçişlerle ilgi bir problem vardı. Geçiş izni için bekleyen yaklaşık 10-15 TIR kafilesi vardı. Bunlar gidecekleri ya da yol güzergâhlarında bulunan ülkelerden izin çıkmadığı için beklemekte olduklarını ifade ettiler. Yaklaşık on gündür sınır kapısında beklemekte olduklarını ve karşı taraftan geçiş izni beklediklerini ifade ettiler. Bu durum ticaret ve ekonomik açıdan çok zor bir durumu ortaya koymuştu.

     O kapıda bekleyen sürücülerin verdiği daha farklı ve önemli bir bilgi daha vardı ki bu da içimizi birazcık acıttı diyebilirim. Bu konu, özellikle bu tür zorunlu beklemelerde bekleyen insanların sosyal gereksinimlerinin karşılanamamasıydı. Özellikle belirttikleri bir konuydu bu. Bu bölgede mutlak surette bir sosyal tesise gereksinim vardı. Yeme, içme, barınma, WC, banyo gibi doğal gereksinimlerini karşılayabilecekleri bir ortamın olmaması en büyük zorluk ve bölgenin de bir eksikliğiydi.

     Sürücülerden aldığım bilgiye göre, özellikle Çıldır Kaymakamının sorunla yakinen ilgilendiği ve çözüm üretme konusunda çaba sarf ettiği şeklinde oldu. Bu bölgenin bir sıkıntısının da Çıldır ilçesi ile sınır kapısı arasında toplu taşıma bağının olmaması olarak belirtildi. Yani insanlar sorunlarını çözebilmek için mecburi gidecekleri yer Çıldır ilçesi ve oraya da anca ya özel araç kiralama ya da TIR’larıyla gitmeleri gerektiği noktasındaydı. Gerçi TIR’larıyla gidebilme şanslarının da olmadığını açıkladılar. TIR’larını sıradan çıkardıklarında bir daha sıraya girmekte zorluk yaşadıklarını belirttiler.

     Özetle şunu belirtmeliyiz ki; bu sınır bölgesi, tıpkı Çıldır gölü gibi aynı özelliklere sahip ve yarısı Gürcistan’a ait olan bir gölün kıyısında olması turizm açısından da önemli bir konudur. Ayrıca bu bölgemizin ve ülkemizin yatırımcı ve iş insanlarına bu bölgede sosyal tesis yapmaları önerisinde bulunuyorum.

     Bir başka önerim de, bölgede mutlak barınma yerleri ve turizm tesisleri kurulmasıdır. Çünkü yolun devamında Kurt kale bölgesi ve Kura vadisi meyve bahçeleri, Akkiraz’da peri bacası oluşumlu taş yapılar ve Övündü’deki mağaralar tam turizm yerleridir.

     Son bir konu daha var ki o da, gümrükleme işlemlerinin Ardahan ya da Çıldır yerine Kars ya da Erzurum’da yapılmasıdır. Bu konuda da bir takım değişiklikler yapılarak bu iş ve işlemlerin Çıldır’a kaydırılması gerektiği bilgisini verdiler. Çünkü herhangi bir eksiklik veya aksaklık durumunda tekrar Kars ya da Erzurum’a gitmeleri gerekmeyecek ve Ardahan ekonomisine de önemli bir girdi sağlayacaktır diye düşünüyor bölge halkı.

Yaşar GELER

 

Devamı
Anadolu'dan Esintiler 2 Kars-Tiflis-Bakü Tren Hattı/Doğu Ekspresi

  

     Bakü – Tiflis – Kars demiryolu ya da Bakü – Ahılkelek – Tiflis – Kars demiryolu, kısaca BTK ya da BTAK, Azerbaycan, Gürcistan ve Türkiye'yi doğrudan birbirine bağlayan bölgesel demiryolu hattıdır. Hat, "Demir İpek Yolu" olarak da adlandırılmaktadır.

     Demiryolu hattı, Ermenistan'ı bypass ederek Azerbaycan'ın başkenti Bakü şehrinden Gürcistan'ın başkenti Tiflis ve Ahılkelek şehirlerinden geçerek Türkiye'nin Kars şehrine kadar uzanmaktadır. Demiryolunun tamamı 838,6 km olup, toplam maliyeti 450 milyon dolardır. Demiryolunun 503 km'si Azerbaycan'dan, 259 km'si Gürcistan'dan, 76 km'si ise Türkiye'den geçmektedir.  İlk etapta hattan yıllık 1 milyon yolcu ve 6,5 milyon ton yük taşınması hedeflenmektedir.

     Bu proje evvelinde Avrupa ile Asya arasındaki demiryolu ağı Türkiye'den sonra Ermenistan'a kadar gelmekte, daha sonra ise Ermenistan'ın içerisinde üç kola ayrılarak şu şekilde dağılmaktadır. Kars-Gümrü-Ayrum-Marneuli-Tiflis yolu ile Gürcistan'a, İçevan-Kazakh-Bakü yolu ve Kars-Gümrü-Erivan-Nahçıvan-Meğri-Bakü yolu ile Azerbaycan. Ermenistan ile Azerbaycan arasında gerçekleşen savaş sonrasında Türkiye, Ermenistan ile olan sınır kapılarını kapatması sonucunda bu ülke ile ve dolayısıyla Orta Asya, Rusya, Ukrayna, Gürcistan ve Çin ile demiryolu aracılığıyla ulaşamaz hale gelmiştir.  Devam eden sorunlar sonucunda iki ülke arasında diplomatik ilişkilerin bulunmayışı ve Türkiye'nin Orta Asya devletlerine ulaşma isteği, eski hatta alternatif olarak Bakü-Tiflis-Kars demiryolu projesinin doğmasına yol açmıştır.  Bu amaçla Gürcistan, Azerbaycan ve Türkiye hükûmetleri arasında, 7 Şubat 2007 tarihinde Tiflis'te antlaşma imzalanmıştır.

     İstanbul Boğazı'nda sürdürülen Marmaray Projesi'nin de tamamlanmasına paralel olarak, Bakü-Tiflis-Kars Demiryolu Projesi hayata geçirildiğinde Avrupa'dan Çin'e demiryoluyla kesintisiz yük taşınması mümkün hale gelecek. Böylece Avrupa ile Orta Asya arasındaki yük taşımalarının tamamının demiryoluna kaydırılması planlanmaktadır.

     Bakü-Tiflis-Kars Demiryolu hizmete girdiğinde, orta vadede yıllık 6,5 milyon ton yük taşınması hedeflenmekte 2034 yılına gelindiğinde ise 16 milyon 500 bin ton yük ile 1 milyon 500 bin yolcu taşınması hedeflenmektedir. Kaynak (Wikipedi)

     Yukarıda resmi bilgileri aktardıktan sonra şu anki durumuna bir göz atalım. Yakın zamanda gidip yerinde gördüğüm ve incelediğim kadarıyla edindiğim izlenimlerimi aktarayım:

     Çok anlamlı ve önemli kıtalar arası yolcu ve yük taşıma projesi. Hem ülkemiz hem de bölgemiz açısından önem arz eden bir proje olarak değerlendiriyorum. Çünkü Demir İpek Yolu olarak da adlandırılmaktadır. En azından bu isim bile heyecan verici bir durum olarak karşımıza çıkıyor.

     Düşünün bir kere, ta Avrupa’dan çıkacak ülkemize girecek ve doğu sınırımızdan tekrar ülkemizi terk ederek Asya’nın ortalarına Türki cumhuriyetlerine kadar ulaşacak, müthiş bir proje. Zaten neredeyse tamamlanmış bir şekilde gördüm. Ancak bizleri asıl ilgilendiren bölümünde ise,  hala bazı eksikliklerin olduğunu düşünmekteyim. Çünkü yerelde yapmış olduğum inceleme ve almış olduğum bilgiler buna işaret etmektedir.

-Bu müthiş projeden ne yazık ki Ardahan ili çok da ekonomik bir girdi sağlayamıyormuş.                                                                                  -Son çıkış istasyonunun Ardahan-Çıldır-Yukarıcanbaz’da olması ilimize bir katkı sağlayacağını düşündürmekle birlikte, henüz bir katkısının yansımadığını görüyoruz.                                                                                                                                                                                    -Mesela, bu istasyonumuzda bir depolama alanı bulunmamaktadır.                                                                                                                    -Son çıkış noktası olmasına rağmen bir istasyon düzeni kurulmamıştır.                                                                                                             -Son çıkış noktası olmasına rağmen gümrükleme işlemleri burada yapılamamaktadır.                                                                                     -Bu tür resmi evrak işlemlerinin Kars, Erzurum gibi illerimizde yapıldığını öğrendik.

     Bir de Doğu Ekspresi sorunu var karşımızda. Ankara’dan hareketle Kars’ta son bulan bu Doğu Ekspresi Turizm hattının en azından bu istasyonumuza kadar gelmesi ve ilimize bir ekonomik katkı sunmasını bekliyor Ardahanlılar. Ancak orada bulunan yetkiliden aldığım bilgiye göre bunun da pek mümkün olmadığını anladım. Başka bir yerel yetkiliden aldığım bilginin ise, bunun mümkün olabileceği ve Doğu Ekspresinin son durağının bu istasyon olabileceği şeklindeydi.

     Çıldır ilçesi tarihi ve turistik bir ilçedir. Tur operatörlerine doğru bir şekilde tanıtımı yapıldığı takdirde en az beş günlük bir gezi programı oluşturulabilecek bir (yaz-kış) potansiyele sahiptir. Tam da bu nedenledir ki, Yukarıcanbaz istasyonunun sadece yük aktarma merkezi olmaktan çıkarılması ve ray aktarmalarıyla birlikte aynı zamanda Turizm istasyonuna dönüştürülmesi hiç de zor olmasa gerek.

     Umarım devlet yetkililerimiz bu haklı talebi yerinde görürler ve projede revizyon yaparak Ardahan’ı Marka Turizm Kenti olma yolunda çalışmalar başlatırlar.

     Çıldır’ın ve Ardahan’ın turizm potansiyelinden de kısaca bahsetmekte yarar vardır.

  1. Çıldır gölü ve çevresi (Yaz- kış turizmi)
  2. Çıldır Aktaş gölü ve Aktaş Sınır kapısı
  3. Çıldır Şeytan Kalesi
  4. Çıldır Kurt kale vadisi meyve bahçeleri
  5. Çıldır Övündü köyü mağaraları
  6. Çıldır Akkiraz köyü peri bacası benzeri oluşumlu taşlar
  7. Ardahan Kalesi,
  8. Ardahan Yalnızçam Kayak tesisleri (Kış turizmi)
  9. Ardahan çam ormanları bölgesi
  10. Bülbülan yaylası şenlikleri
  11. Göle kaşar ve yöresel peynir üretim mandıraları
  12. Hanak kalesi
  13. Damal Karacadağ’a düşen Atatürk siluetinin izlenmesi
  14. Damal bebekleri atölyeleri
  15. Posof’un yeşil tonları, Posof meyveciliği-içi dışı kırmızı elması
  16. Posof Türkgözü sınır kapısı

Yaşar GELER

Devamı
ÇILDIR ÇALIŞTAYI

Gittim, gördüm, inceledim, yazıyorum.

Anadolu’dan Esintiler 1
      Çıldır Çalıştayı
     Anadolu ülkemizin bel kemiğidir. Kimi yerinde hayvancılık, kimi yerinde tarım, kimi yerinde bağcılık-bahçecilik, kimi yerinde turizm hareketliliği. O kadar mükemmel bir yer olmasına rağmen, halkın bir bölümü hala aç-sefil, birçoğu yaşamından şikayetçi, başka bir bölümü yönetimlerden dertli, bir bölümü de kendinden şikayetçi. 
     Anadolu derken ülkemizin batıya göre 1700 km uzağında olan ve doğudan ülkemize sınır bekçiliği yapan Kars-Ardahan-Iğdır bölgesinden bahsediyorum. Yakın zamanda bölgeye yapmış olduğum beş günlük çalışma ziyaretinden edindiğim gözlemlerimi değerli ülke kamuoyuna aktarmayı kendime borç saydım. Bu gözlemlerimi bir yazı dizisi halinde birkaç bölümde yayınlayacağım. Bunlardan ilk bölümü doğaldır ki Çıldır Dernekler Fedarasyonu’nun organize ettiği ve benim de moderatörlüğünü yapmış olduğum ÇILDIR ÇALIŞTAYI olacaktır.
     Aslında bölgemize bir çalıştay için gittim. Tabi ki geleceğe dair planlarım da vardı bu ziyaretin içerisinde. Önce çalıştaydan başlayayım isterseniz: Çalıştay, Çıldır Dernekler Fedarasyonu’nun ilçenin sıkıntı ve sorunlarını dile getirmek, tartışmak ve sonucunda bir rapora dönüştürerek çözüm yerlerine ulaştırmaktı. Gayet doğal ve iyi niyetle düşünülmüş ve planlanmış bir organizasyon. Buraya kadar her şey normal. Ancak, uygulama aşamasına geçtiğimizde bazı şeylerin normal olmadığını, eksikliklerin ve aksaklıkların yaşandığını gördük. En önemlisi de katılımdan kaynaklanan çok ama çok büyük hayal kırıklıkları. Aslında bazı durumlarda nicel durumlar çok etkili değildir. Olayın niteliği daha önemlidir ama psikolojik etkisini düşündüğünüzde niceliğinde başka bir önemi olduğunu anlıyorsunuz. 
     Öncelikli olarak kendimde bir dernekçi olduğum için derneklerimizin eksikliklerini anlatmak ve öz eleştiri yapmanın daha doğru olacağını düşünmekteyim. Çünkü aynı zamanda ben bir gazeteciyim. Gazeteciliğin özü de halka doğru haber yansıtmaktır. Birilerini memnun etmek için haber yaparsanız, bu durumdan en çok da siz mutsuz olursunuz. Öyle eğri oturalım doğru konuşalım. Bana göre en büyük eksiklik Çıldır dernekler Fedarasyonu’nun planlaması ve programlamasıydı.
     Hele hele üst çatı bir kuruluşun biraz daha profesyonel davranması ve hazırlıklı olması gerekirdi. Ne yazık ki, bu hazırlık ve planlama salona ve programa pek yansımadı. Öncesinde uyarmalarda bulunmuş olmama rağmen bu uyarılarımın pek de dikkate alınmamış olduğunu gördüm. 
     Birincisi, ilgililerin katılımlarıydı. Örneğin 20-25 dernekli bir federasyonun katılımcı dernek sayısı sanırım on bile değildi. Bu demek oluyor ki, dernekler kendi almış oldukları kararlara bile uymuyorlar. Bizdeki dernek anlayışı sadece başkandan ibaret bir anlayış. Dernek başkanı bir yere gidemiyor ya da katılamıyorsa ikinci adamıyla temsil edilir. Ama o salonda bu da yoktu. Hatta derneğinin köylüsüyle bağının olmadığı da salona yansımıştı. Dernek var, köy muhtarı yok. Köy muhtarı var, derneği yok. Ya da en azından köylülerinden birkaç insan bile yok. Hele ilçe merkezinden tek bir Allah’ın kulu yok. Demek ki biz dernekçiliği beceremiyoruz ve çok ciddi bir dernekçilik eğitimine gereksinim var.
     İkincisi, ilçe resmi erkanının salonda olmamasıydı. Düşünün ilçenin Dernekler Federasyonu ilçede ilçenin sorunlarını anlatacak ya da tartışacak ama muhatabı olan, ilçenin kaymakamı, belediye başkanı, ilgili daire amirleri, siyasi parti temsilcileri, meclis üyeleri, milletvekilleri hele hele basını katılmayacak. Peki, siz neyi kimle tartışacaksınız? Neden bu kurumlar sizin gibi önemli bir STK’yı ciddiye almazlar? Sizin yaptırım gücünüz nerede kaldı? Ya siz davet etmediniz ya da davet ettiniz ama sizi dikkate almadılar. Böyle bir ilçe yönetimi olur mu? Kaldı ki bu organizasyon herhangi bir siyasi organizasyon da değil ki diyelim ki siyasi kaygılarla katılım sağlamadılar. Örneği çoktur, özellikle STK organizasyonlarına kurumlar çoğunlukla katılım sağlarlar. Çünkü, STK’lar o kurumlara destek sağlar ve yardımcı olurlar. Hatta değerlerimiz değiniz ve davet ettiğiniz en az on kişi dahi katılım göstermiyor. 
     Ben ilçede bulunan ve zaten tek olan basınla görüştüm, davet edilmediklerini ve o nedenle de toplantıyı takip etmediklerini söylediler. Hatta siyasi partilerinde davet edilmedikleri bilgisini aldım. Peki, siz sesinizi STK olarak kamu oyuna neyle ve nasıl duyuracaksınız? 
     Üçüncüsü, salonda gördük ki derneklerin, muhtarların ve diğer katılımcıların çalıştayın konusuyla ilgili bilgileri de yok. Toplantıyı düzenleyen kurumların kendileri bile kendilerini ciddiye alıp da neyi konuşacaklarını ve tartışacaklarını dahi bilmiyorlar. O an öğreniyorlar. Yani hazırlıkların eksik yapılmış olduğu ortaya çıkıyor. Oysa kurumsal kimlik taşıyan Federasyonun daha planlı ve hazırlıklı olması gerekir. Buradan da derneklerimizin bile nitelikli bir yapıda olmadıklarını gördük.
     Dördüncüsü, psikolojik çöküntü oldu. Profesyonellerde çöküntü olmaz. Olumsuz etkilenmeler olur ama çökmeler olmaz. Bir günü kötü geçti diye diğer günleri de zincire kötü halka ekleme gibi bir lüksünüz olmamalı. Aslında Çıldır-Fed’ in çıkıp ilçe meydanında bir basın açıklaması yapması daha doğru olurdu ve planlamalarını kesintisiz sürdürürlerdi. Ancak bu da olmadı. Sanırım bölge milletvekilinin olumsuz çıkışları bu durumu da olumsuz etkiledi.
     Sonuç olarak; yapılan etkinlik doğruydu. İçerik gayet güzeldi. Sunum ve salon programında bir eksik yoktu. İlk olması bakımından eksikler kaçınılmaz olurdu. 
Ama ilk olmanın önemi kavranmalıydı. Ayrıca emeği geçen tüm bileşenleri kutluyorum.                                                                                          Planlamada eksiklik vardı.                                                                                                                          Program profesyonelce hazırlanmamıştı.                                                                                                      Davetliler konusunda çok büyük eksiklikler vardı.                                                                                            Basının olmaması çok büyük bir eksiklikti.                                                                                                       Dernek başkanlarının böyle yaşamsal konulu bir etkinlikte tam kadro katılımı gerekirdi. Mazeret üretmek yerine çare üretilebilirdi.                                                                                                        Programlama kesintiye uğratılmadan sürdürülebilirdi.                                                                                Daha profesyonel ve kurumsal çalışma yürütülebilirdi.                                                                                    Şimdi, şapkamızı önümüze koyup, sağlıklı düşünüp, bu işlerin böyle değil de daha farklı çalışma yöntemleriyle olabileceğinin dersleri çıkarılmalıdır. 
Yaşar GELER

Devamı
CORONA GÖLGESİNDE VEDA

     Yıl bin dokuz yüz yetmiş sekiz, birçoğu henüz yirmisinde memleketin gençliği.  Devlet “Size ihtiyacımız var.” demiş toplamış koymuş bir yüksek okula ve gerekli eğitimi verdikten sonra da: “Anadolu’nun da sizlere ihtiyacı var.” demiş ve dağıtmış yüz binleri Anadolu’nun köy okullarına.  O yıllarda sadece üniversitelerde vardı kep atma töreni. Ama o dönemlerde memleketin hali perişan, siyasi kavgalar zirvede olduğu için sanırım hem tedbir amaçlı hem de zaman darlığından kimsenin aklına bile gelmemiştir mezuniyet törenleri yapmak vs.

     Aldık mezuniyet belgelerimizi ellerimize, birer de transkript “Hadi bakalım filan tarihte Ankara’da olacaksınız, kuralarınızı çekecek ve okullarınıza başlayacaksınız.” denmiş. O günkü ideal ve heyecanla koşmuşuz Ankara’ya! Kuralar çekilir herkes görev yerini öğrenir ve hemen zaman kaybetmeden memleketlerimize döneriz. Kısa sürede herkes ihtiyacı kadar olan araç gerecini eline alır ve görev yerine ulaşır.

     İşte yaklaşık kırk beş yıllık, tabiri caiz ise yarım asırlık eğitim- öğretim verme maratonu başlar. Onlarca köy, ilçe, şehir dolaşarak :” Memlekete yararlı insanlar, doğru-dürüst insanlar yetişmek, Atatürk ilke ve devrimlerine ve Cumhuriyete bağlı nesiller yetiştirmek üzere kollarımı sıvamıştık. O heyecan ve ideal hiç sönmeden sürdü. İdealini ve heyecanını erken kaybeden arkadaşlarımız arada bıraktılar mesleklerini.

     Benim bir idealim de şuydu: ”Mesleki heyecan ve idealim bittiği an bir gün bile durmam sistemin içerisinde. Çünkü idealiniz söndükten ve heyecanınız kaybolduktan sonra verebileceğiniz hiçbir şey kalmamıştır. O nedenle de sisteme ve gelecek nesillere de zarar verirsiniz. Bunun için de çekilmeniz gerekir.

Aslında idealleri ve heyecanlarını öldüren:

Yaşadığınız durumdur.

Bulunduğunuz ortamdır.

Ülkenin genelini etkileyen bir sorundur.

     Neyse uzatmadan sonuca varmaya çalışalım. Özellikle son yıllarda ortaya çıkan gelişmeler ve özellikle de CORONA/COVİD19 salgını yaşamımızı öyle bir etkiledi ki, ne yapsak yetersiz kaldı. Bu salgına tüm dünya gibi bizim ülkemizde hazırlıksız yakalandı.

Hani şöyle bir şarkı var ya:

Öyle bir yerdeyim ki

Bir yanım mavi yosun

Dalgalanır sularda

Dostum dostum güzel dostum

Bu ne beter çizgidir bu

Bu ne çıldırtan denge

Bir yanımız yaprak döker

Bir yanımız bahar bahçe.

     İşte tam da bu şekil. Bir yanda ideallerimiz, heyecanlarımız diğer yanda yaşadığımız zorluklar, sistemsel yetersizlikler. Hatta bir yanda da kendini bilmez birtakım kişi ve çevrelerin eğitim camiası üzerine yaptıkları yorum ve karalama kampanyaları. Doğaldır ki, eğitim emekçilerini canlarından bezdirip yol ayrımına getirdi. Oysa bu salgın sürecinde sağlık emekçileri, askerler, polisler gibi en ön saflarda koşulsuz mücadele eden, bir nesli yakmayalım diye kıvranan bir eğitim emekçi ordusu vardı. Canla başla çalıştılar. Yeri geldi öğretmen oldular, yeri geldi, sağlık malzemeleri üreticisi, yeri geldi sağlık emekçileriyle omuz omuza evlere hizmet ekipleri/filyasyon ekipleri içerisinde yer aldılar.

     İşte böyle bir süreçten geçiyoruz. Tam da bu süreci yaşarken her şeyin bir başlangıcı olduğu gibi bir de sonu olacaktı. Tüm dünyada olduğu gibi ülkemizde de ağır aksak yürümüş olsa da aşılamayla birlikte salgın sürecinin sonlarına doğru gelindiğini hissetmeye başladık. İşte bununla birlikte eğitim yuvalarında da yıl sonuna gelindi. Yeri geldi yüz yüze, yeri geldi uzaktan, yeri geldi evlerimizi dersliklere çevirerek, yeri geldi telekonferanslarla vb yöntemlerle işimizi en iyi şekilde yapmaya çalıştık. Ancak, dediğim gibi her başlangıcın bir sonu olmalıdır. Bu öğretim yılının sonuna geldik. Yani veda zamanı.

Yani ayrılık zamanı.

Yani yeni bir döneme adım atma zamanı.

İşte bugünlerde tam da bunu yapıyoruz.  Ne yazık ki ülkemizde her şeyi biraz fazla abarttığımız gibi. Geçmişte bir anlamı ve önemi olan kep giyme, atma törenleri ne yazık ki artık kreşlere kadar indi. Bizlerde bu kervana katılarak, çocuklarımızın heyecanlarına ortak olalım, acılarında olduğu gibi sevinçlerini de paylaşım diyerek ve bir arkadaşımın dediği gibi “1978 yılında üniversiteden mezun olurken giyemediğimiz o kepleri” şimdi giymiş olduk. Bu dönemde belki de istediğimiz verimliliği yakalayamadık. İstediğimiz normlarda öğrenciler yetiştirmiş olamadık. Koşullar bizi ve çocuklarımızı zorladı. Ama bizler de, çocuklarımız da olması gerekenin en iyisini yaptıklarına eminiz. Bu yolda yürüyen tüm geleceğin gençlerine başarı diliyorum.

 Ve artık veda zamanı.

Ve artık ayrılık zamanı.

Ve artık yeni bir döneme adım atma zamanı diyoruz.

Coronanın yaşamımıza etkisini bir de bu yönden ele almaya çalıştım. Umarım artık yer yüzünde insanlar bir birlerine kötülük edecek kadar ileri gitmezler. İnsanlığı zora sokacak hamleler yapmazlar.

Geleceğimizi inşa edecek olan bugün veda ettiğimiz gençler olacaktır.

Bunun için Gazi Mustafa Kemal Atatürk ne demişti:

Gençler! Cesaretimizi destekleyecek ve sürdürecek olan sizlersiniz. Siz, almakta olduğunuz eğitim ve kültür ile insanlık ve uygarlığın, vatan sevgisinin, fikir hürriyetinin en kıymetli temsilcisi olacaksınız.

Yükselen yeni nesil, gelecek sizsiniz. Cumhuriyeti biz kurduk, onu yükseltecek ve yaşatacak olan sizlersiniz.

İşte, CORONA GÖLGESİNDE BİR VEDA daha böyle gerçekleşti.

Yaşar GELER

Devamı
KORONA SÜRECİNİN ÖĞRENCİLER ÜZERİNDEKİ ETKİLERİ

Malum yaklaşık bir buçuk yıldır tüm dünyayı kasıp kavuran bir sağlık sorunun/ COVİD-19 salgının etkisindeyiz. Bu etki öyle böyle bir etki değil. Bu etki hemen hemen yeryüzünde yaşayan tüm canlılar için var olmalarına sorun oluşturan bir etki.

Bu etkiyle insanlar hem sağlık hem sosyal hem psikolojik hem yaşayabilmek için mücadele etme hem de ekonomik sorunlarla uğraşma gibi yani kısaca var olma-yaşayabilme mücadelesi veriyorlar. Bu etkiyle bebeklerden tutun, çocuklar, gençler ve yaşlılar çok ama çok olumsuz etkileniyorlar. Etkilenmeyen tek sistem Kapitalizm! Üstelik kapitalizm bu salgından kârlı da çıkıyor. Nasıl mı? Gıda satıyor, hizmet satıyor, teknoloji satıyor, internet satıyor, telefon satıyor, tablet satıyor, bilgisayar satıyor, silah satıyor, ilaç satıyor, aşı satıyor… Satıyor da satıyor. Aklınıza gelebilen her şey onların kontrolleri altında!

Hayvanlar etkileniyor. Buna en bariz bir örnek, sokak hayvanları. Yiyecek bulamadıkları için açlıktan ölüyor ya da vahşileşiyorlar.

Bitkiler etkileniyor. Çünkü bitkilerle ilgilenecek insan bulmak zorlaştı. İnsanlar toprağıyla dahi uğraşıp üretebilmeye korkar oldular. Bu yüzden kapitalist ülkelerden gıda ve tohum ithal etmek durumunda kalıyoruz. Bu nedenle de fiyatlar aldı başını gidiyor.

Bence bu süreçten en olumsuz etkilenen grup ise çocuklar. Özellikle de okul çağı çocuklardır. En ağır travmayı ve psikolojik olumsuzluğu onlar yaşıyorlardır. Derslerde yapmış olduğum rehberlik çalışmalarında; “Okula gidemediğin için en çok neyi özledin?” sorusuna yirmi beş öğrencimden aldığım yanıtları paylaşmak istiyorum.

Okulun/sınıfın en çok neyini özledin?

-Yüz yüze olmayı, arkadaşıma dokunabilmeyi özledim.

-Arkadaşlarımla oyun oynamayı özledim.

-Tahta kalemiyle yazı yazmayı özledim.

-Burası okul gibi gelmiyor. Okulun havasını özledim.

-Okulda sizin ve arkadaşlarımın sorduğu sorulara cevap vermeyi özledim.

-Okulun her bölünü, her şeyini özledim.

-Okulun koridorlarında yürümeyi, koşmayı özledim.

-Arkadaşlarımla oyun oynamayı özledim.

-Bahçede oyun oynamayı özledim.

-Derslerde el kaldırmayı özledim.

-Bahçede Beden eğitimi dersinde kalecilik yapmayı özledim.

-Sınıfta parmak kaldırma ve ben, ben, ben diye çığlık atmayı özledim.

-Robotik kodlama atölyesinde ders işlemeyi özledim.

-Sınıfta eğlenerek ders işlemeyi özledim.

-Matematik dersinde tahtaya kalkarak problem çözmeyi özledim.

-Sınıfımızı ve okul kıyafetlerini giymeyi özledim.

-Robotik kodlama, bahçede oyun oynama ve proje yapıp sunmayı çok özledim.

-Spor salonunda beden eğitimi dersi yapmayı özledim.

-Beceri ve tasarım atölyelerini çok özledim.

-Şarkı, şiir ve tiyatro sunumları için okul konferans salonunu ve sahneyi çok özledim.

-Derste her konuda özgürce konuşmayı çok özledim.

-Bahçede dolaşırken arkadaşlarıma korkunç hikâyeler anlatmayı çok özledim.

-Tasarım ve beceri atölyelerinde sunum yapmayı çok özledim.

-Derslerde gevezelik yapmayı ve çevremdeki arkadaşlarımla konuşmayı çok özledim.

-Öğretmenime sarılmayı ve enerji alışverişinde bulunmayı çok özledim.

İşte, kimine göre basit ve sıradan gelebilecek öğrenci psikolojisinin nasıl etkilendiğini, çocuklarımızın bu süreci aile ortamında nasıl yaşadıklarını en iyi ve uzaktan eğitimin etkilerini özetleyen öğrenci düşünceleri. Sonrası doğal olarak rehberlik hizmetleri servisleri ve çocuk psikologlarının işi diye düşünüyorum. Milli Eğitim Bakanlığımızın en kısa sürede bu duygusal öğrenci tepkimelerini giderecek çalışmalar yapmak üzere şimdiden plan ve programlar yapması gerekir diye düşünüyorum. Yoksa bu ağır travmanın etkilerini çok daha uzun yıllar yaşayacaklardır bu çocuklar.

Yaşar GELER

Devamı
GENÇLER SPOR YAPMAK İSTİYOR

Ardahan /Çıldır/Eskibeyrahatun Gençliği'nin dileğidir. Bana gelen mesajı aynı şekilde yayınlıyorum. 

Çıldır Kaymakamı Sayın Alper Taş'tan istekleri var.

Bu istemi ikinci defadır yayınlıyorum. Umarım duyarlı kaymakamımız bu isteğe olumlu yaklaşır.

Mektubun içeriği:
Amca sana zahmet olmazsa şu halısaha işini Çıldır Kaymakamı ile tekrar görüşemez misin?
Valla oynayacak yerimiz yok, her gün biriyle tartışıyoruz ve Ardahan'daki halısahalar çok pahalı, tek seferde git gel 300 TL veriyoruz, sıkıntı yaşıyoruz. Amca sende biliyorsun artık büyük şehirlerden köye herkes ev yapmaya geliyor, köyde genç sayısı fazla ve gençler için yapacak hiç bişey yok
En azından asfaltın yanındaki toprak alan düzeltilip yapılabilir.
Amca son bir kez konuşursan iyi olur, eğer yapılırsa çok iyi olur
Olmasada artık bu işin peşini bırakıcam...
Özer Aldağ 

Devamı
O Işık Sönmez

O Işık Sönmez

O ışık sönecek olsaydı, yaklaşık yüz yıldır hoyratça saldırılara rağmen sönerdi.

O ışık asla sönmez. Çünkü o ışığı, o meşaleyi yakan tüm dünyanın kabul ettiği bir liderin yaktığı ışıktır.

O ışık, karanlıkları aydınlatan güneşin sonsuzluğu gibi bir ışıktır.

O ışık, kurtuluşun ve yeniden varoluşun kıvılcımlarını tutuşturan ışıktır…

O ışık şanlı ve kutlu 19 Mayıs ışığıdır.                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                               

     Öncelikle bu bayramı Türk Gençliğine armağan eden Gazi Mustafa Kemal Atatürk ve tüm silah arkadaşlarına Cumhuriyet Kuşağı olarak şükranlarımızı sunuyor ve rahmetle anıyoruz.

     1918 yılında biten Birinci Dünya Savaşı sonrasında yurdumuzun büyük bir çoğunluğu işgal edilmişken yurdumuzu işgalden kurtarmak için gece gündüz çalışan ve planlar yapan Gazi Mustafa Kemal 16 Mayıs 1919 günü bindiği köhne Bandırma Vapuru ile İstanbul’dan Anadolu’ya doğru yol almıştı.

     Vatanın üstünde dolaşan kara bulutları dağıtmak için sabırsızlanan Gazi Mustafa Kemal’le birlikte Anadolu insanı da sabırsızlanıyordu. Çünkü o Anadolu halkı yaklaşık elli yıllık bir esaretten kurtulmak istiyordu.

     İstanbul’dan yakılan aydınlanma meşalesinin seferi, üç günlük zorlu ve yorucu bir yolculuğun ardından yakılan kurtuluş meşalesi 19 Mayıs 1919’ da Samsun ufuklarında bir güneş gibi doğdu ve Anadolu’yu aydınlatmaya başladı.

İşte;

*O güneş ki, tüm Anadolu’yu aydınlatmaya yetiyordu.

*O güneş ki, tüm karabulutları dağıtmaya masmavi gökyüzünü ışıl ışıl yapmaya yetiyordu.

*O güneş ki, tüm kurtuluş mücadelesinin kıvılcımlarını da tutuşturmuş oluyordu.

*O güneşle birlikte başlayan kurtuluş mücadelesi 30 Ağustos 1922’de vurulan son darbe ve 9 Eylül 1922’de son düşmanın da denize dökülmesiyle tüm yurdu aydınlatmış ve ülkeye özgürlük getirmiş oldu.

     O ışık asla ve asla sönmeyecektir. Çünkü ışığın meşalesi bugün Z Kuşağı dediğimiz çalışkan, akıllı, zeki, nitelikli, aydınlığa ve bilime koşan Türk Gençliğine emanet edilmiştir.

     Gençliğin yolu, Mustafa Kemallerin yoludur.

     Bu nedenle Türk gençliğine armağan edilen 19 Mayıs Atatürk’ü Anma, Gençlik ve Spor Bayramı çoluk çocuk, kadın erkek, genç yaşlı sivil asker hepimize, herkese ve her kesime kutlu olsun.

Yaşar GELER

Devamı
Kaş Yaparken Göz Çıkarmayalım

Bu deyimle ilgili olan birkaç konuyu anlatmaya çalışacağım. Öyle ki özellikle iyi niyetle başlanmış ama ilerisi pek de iyi düşünülememiş olaylarla karşılaşıyoruz ne yazık ki!

Evet, konuya girmeden önce deyimin nereden ve nasıl çıktığı konusunda var olan bilgiyi yani hikâyesini anlatmak istiyorum. Rivayet odur ki;

Bir işi yaparken dikkatli ve tedbirli olmak lazım! Bir işte gerekli ustalık ve titizlik olursa, zarar ziyan da o kadar az olur.

Eskiden düğünlerde, perşembe günü gelin hanımın yüzü süslenirmiş. Kalemkâr denilen kadınlar, gelinin yüzüne makyaj yaparlarmış. Gelinin kaşlarına, gözlerine özel kalemlerle şekil verirlermiş. Bu tür işler yapılırken düğün evinde de davetliler saz çalıp oyunlar oynarmış.

Ortalıkta oynamakta olan genç kızlardan birinin her nasılsa ayağı kaymış, bu arada makyaj yapan kadına çarparak yere düşmüş. Kadının elindeki sert uçlu kalem, gelinin gözüne batmış, zavallı kör olmuş.

Dikkatsiz kadın, zavallı gelinin kaşını yapayım derken gözünü çıkarmış. Evet, hikâye böyle başlıyor. Ancak, bu hikâyeye benzer o kadar çok olay olmuş ki deyim de Türkçemize yerleşmiş. O gün bu gündür her yapılan hesapsız iş için kullanılagelmektedir.

Ben sizlere Ardahan’ın Çıldır ilçesinde gelişen birkaç örnek olay anlatarak meramımı anlatmaya çalışacağım. Malum, ilçemiz Çıldır’ın adını taşıyan çok ama çok önemli bir gölümüz vardır. Adı Çıldır gölü. Üzerinde yaz ve kış turizmi yapılır. Cennetten bir köşe desek yeridir. Bu özelliğinin dışında bir de üzerine kurulu barajımız vardır. Bu barajdan üretilen elektrik bölgeye ve özellikle Doğu Anadolu bölgesine verilmektedir. Buraya kadar her şey normal ilerliyor. Ancak yıllar geçtikçe gölün suyu ve gölü besleyen dağların kar suları ile akarsular yetersiz kalınca Çıldır bölgesindeki akarsuların suyu da Çıldır gölüne akıtılmaya başladı.

 

Şimdi gelelim etkilerine:

1)Üstü açık olan bu kanallardan geçen sular aynı anda bölgenin toprağını da göle taşımakta ve gölü kirletmektedir.

2)Ayrıca göle su taşıyan kanallar açık kanal olduğu için ve kanal çevresinde koruyucu hiçbir engel olmadığı için köylere ait hayvanlar kanala düşerek telef olmakta ve o atıklarda göle ulaşarak ayrıca gölü kirletmektedir. Kanaldan karşıdan karşıya geçişlerde de sorunlar var düzletilmesi gerekmektedir.

3)Bir başka zararı da o kanalla göle taşınan akarsular öncelerde yakınındaki köylerin arazilerini sulamaktaydı. Ancak, şimdi köy arazilerini sulamadan yoksun bıraktığı için de köy arazileri susuzluktan kurumaya başladılar.

  1. Göle inen toprak gölde tortu oluşturup gölü kirletirken, gölden çıkıp barajı çalıştıran temiz sular ise, doğrudan Gürcistan’a akmakta ve hiçbir işimize yaramamaktadır. Bu önemli gördüğümüz konuların yetkililerce değerlendirilmesi ve önlem alınması gerektiğini düşünmekteyiz.

Şimdi gelelim ikinci konuya: Yine çok iyi niyetle düşünülmüş uluslararası ticaretin geliştirilmesi konusunda ve Çıldır’a hatta Ardahan’a değer katacak olan bir proje Kars/Tiflis/Bakü demiryolu hattı ve sınır kapısı. Tren yolumuz yapıldı. Çıldır ilçesinden geçerek Gürcistan’a gitmekte. Buraya kadar her şey normal! Ancak, bu kez başka bir sorunla karşı karşıya kalındı.

1)Tren yolu inşaatından çıkan hafriyat toprakları vatandaştan satın alınan ya da kiralanan arazi üzerine döküldü. Hem çevre kirliliği oluşturmakta hem de tren yolunun karşı tarafına geçişleri engellemekte.

2)Hatta tren yolu kenar korkulukları olmadığı için vatandaşlar hayvanlarını açık raylar üzerinden geçirmek durumunda kalıyorlar ki bu da can ve mal güvenliğini tehlikeye atmaktadır.

Üçüncü konu ise: Yine tren yolumuz ile ilgili olacak. Yukarıda da belirtmiştim harika bir proje ama Ardahan ve Çıldır için yetersiz diyebileceğimiz bir proje. Proje güzel ama etkileri bakımından yeterli değildir. Şöyle ki;

1)Bu projeden Çıldır ve Ardahan olarak yeterli ekonomik destek alamıyoruz. Olumsuz etkilerini hissettiğimiz gibi olumlu etkilerini de hissedelim istiyoruz. Örneğin, gümrükleme işleminin Çıldır ilçesi içerisinde yapılması gerekmektedir.

2)Antrepolar olmadığı için bölge halkına tek kuruş ekonomik katkı sağlamamaktadır.

3)İstasyon olmadığı için yolcu taşımacılığından da yararlanılamamaktadır.

4)Turizm bölgesi olmasına karşın turizm treni olarak bilinen Doğu Ekspresi Çıldır’a kadar gelmelidir ki Çıldır turizm geliri elde etsin.

Elçiye zeval olmaz diyerek bölge halkından gelen istekleri yetkililerimize aktarmaya çalıştım. Umarım bu haklı istekler dikkate alınır ve çözüm üretilir…

Kısaca, iyi niyetle yapılmış projelerin geleceğini de düşünmek ve “Kaş yaparken göz çıkarmamak gerek.”

Yaşar GELER

Devamı
Kaş Yaparken Göz Çıkarmayalım

Bu deyimle ilgili olan birkaç konuyu anlatmaya çalışacağım. Öyle ki özellikle iyi niyetle başlanmış ama ilerisi pek de iyi düşünülememiş olaylarla karşılaşıyoruz ne yazık ki!

Evet, konuya girmeden önce deyimin nereden ve nasıl çıktığı konusunda var olan bilgiyi yani hikâyesini anlatmak istiyorum. Rivayet odur ki;

Bir işi yaparken dikkatli ve tedbirli olmak lazım! Bir işte gerekli ustalık ve titizlik olursa, zarar ziyan da o kadar az olur.

Eskiden düğünlerde, perşembe günü gelin hanımın yüzü süslenirmiş. Kalemkâr denilen kadınlar, gelinin yüzüne makyaj yaparlarmış. Gelinin kaşlarına, gözlerine özel kalemlerle şekil verirlermiş. Bu tür işler yapılırken düğün evinde de davetliler saz çalıp oyunlar oynarmış.

Ortalıkta oynamakta olan genç kızlardan birinin her nasılsa ayağı kaymış, bu arada makyaj yapan kadına çarparak yere düşmüş. Kadının elindeki sert uçlu kalem, gelinin gözüne batmış, zavallı kör olmuş.

Dikkatsiz kadın, zavallı gelinin kaşını yapayım derken gözünü çıkarmış. Evet, hikâye böyle başlıyor. Ancak, bu hikâyeye benzer o kadar çok olay olmuş ki deyim de Türkçemize yerleşmiş. O gün bu gündür her yapılan hesapsız iş için kullanılagelmektedir.

Ben sizlere Ardahan’ın Çıldır ilçesinde gelişen birkaç örnek olay anlatarak meramımı anlatmaya çalışacağım. Malum, ilçemiz Çıldır’ın adını taşıyan çok ama çok önemli bir gölümüz vardır. Adı Çıldır gölü. Üzerinde yaz ve kış turizmi yapılır. Cennetten bir köşe desek yeridir. Bu özelliğinin dışında bir de üzerine kurulu barajımız vardır. Bu barajdan üretilen elektrik bölgeye ve özellikle Doğu Anadolu bölgesine verilmektedir. Buraya kadar her şey normal ilerliyor. Ancak yıllar geçtikçe gölün suyu ve gölü besleyen dağların kar suları ile akarsular yetersiz kalınca Çıldır bölgesindeki akarsuların suyu da Çıldır gölüne akıtılmaya başladı.

Şimdi gelelim etkilerine:

1)Üstü açık olan bu kanallardan geçen sular aynı anda bölgenin toprağını da göle taşımakta ve gölü kirletmektedir.

2)Ayrıca göle su taşıyan kanallar açık kanal olduğu için ve kanal çevresinde koruyucu hiçbir engel olmadığı için köylere ait hayvanlar kanala düşerek telef olmakta ve o atıklarda göle ulaşarak ayrıca gölü kirletmektedir. Kanaldan karşıdan karşıya geçişlerde de sorunlar var düzletilmesi gerekmektedir.

3)Bir başka zararı da o kanalla göle taşınan akarsular öncelerde yakınındaki köylerin arazilerini sulamaktaydı. Ancak, şimdi köy arazilerini sulamadan yoksun bıraktığı için de köy arazileri susuzluktan kurumaya başladılar.

  1. Göle inen toprak gölde tortu oluşturup gölü kirletirken, gölden çıkıp barajı çalıştıran temiz sular ise, doğrudan Gürcistan’a akmakta ve hiçbir işimize yaramamaktadır. Bu önemli gördüğümüz konuların yetkililerce değerlendirilmesi ve önlem alınması gerektiğini düşünmekteyiz.

Şimdi gelelim ikinci konuya: Yine çok iyi niyetle düşünülmüş uluslararası ticaretin geliştirilmesi konusunda ve Çıldır’a hatta Ardahan’a değer katacak olan bir proje Kars/Tiflis/Bakü demiryolu hattı ve sınır kapısı. Tren yolumuz yapıldı. Çıldır ilçesinden geçerek Gürcistan’a gitmekte. Buraya kadar her şey normal! Ancak, bu kez başka bir sorunla karşı karşıya kalındı.

1)Tren yolu inşaatından çıkan hafriyat toprakları vatandaştan satın alınan ya da kiralanan arazi üzerine döküldü. Hem çevre kirliliği oluşturmakta hem de tren yolunun karşı tarafına geçişleri engellemekte.

2)Hatta tren yolu kenar korkulukları olmadığı için vatandaşlar hayvanlarını açık raylar üzerinden geçirmek durumunda kalıyorlar ki bu da can ve mal güvenliğini tehlikeye atmaktadır.

Üçüncü konu ise: Yine tren yolumuz ile ilgili olacak. Yukarıda da belirtmiştim harika bir proje ama Ardahan ve Çıldır için yetersiz diyebileceğimiz bir proje. Proje güzel ama etkileri bakımından yeterli değildir. Şöyle ki;

1)Bu projeden Çıldır ve Ardahan olarak yeterli ekonomik destek alamıyoruz. Olumsuz etkilerini hissettiğimiz gibi olumlu etkilerini de hissedelim istiyoruz. Örneğin, gümrükleme işleminin Çıldır ilçesi içerisinde yapılması gerekmektedir.

2)Antrepolar olmadığı için bölge halkına tek kuruş ekonomik katkı sağlamamaktadır.

3)İstasyon olmadığı için yolcu taşımacılığından da yararlanılamamaktadır.

4)Turizm bölgesi olmasına karşın turizm treni olarak bilinen Doğu Ekspresi Çıldır’a kadar gelmelidir ki Çıldır turizm geliri elde etsin.

Elçiye zeval olmaz diyerek bölge halkından gelen istekleri yetkililerimize aktarmaya çalıştım. Umarım bu haklı istekler dikkate alınır ve çözüm üretilir…

Kısaca, iyi niyetle yapılmış projelerin geleceğini de düşünmek ve “Kaş yaparken göz çıkarmamak gerek.”

Yaşar GELER

Devamı
Para Hırsı Gözümüzü Kör Etmiş

Son zamanlarda gündemi en çok meşgul eden konulardan birisidir dolandırıcılık. Geçmişine baktığınızda ta Osmanlı ve belki daha öncelerinde de dayandığını görebiliriz. Kısa yoldan para kazanma gözümüzü öyle kör etmiş ki dün gördüğümüz kötü örneğe bile aldırış etmeden yenisine kapılıyoruz.

     İnsanlar yasal olan yollardan kolay para kazanamadıkları için zaman zaman yasal olmayan çeşitli teşekküllere ya da kişilere yakalarını kaptırırlar. Önce tatlı gelsin diye ağızlara bir miktar bal çalarlar sonrasında gelsin sirkeler. Alıştırılınca kimse bir yere kaçamaz. Kaçma şansı da kalmaz. Hani bir atasözü vardır ya; “Alışmış, kudurmuştan beterdir.” diye… Tam da o misal!

     Azla yetinmesini bilmeyenler, bir anda çoğa tenezzül edip, sonra da kafayı duvara toslarlar. Hâlbuki devletin resmi izinleriyle kurulmuş bankalar, şirketler ve yatırım araçları var. Kazanmak istiyorsan git oralarda yasal yollardan kazan. Yok, efendim olur mu? Bak tosuncuk bire beş veriyor. Gider oradan kazanırım. Sonra da bir bakmışsın ortada tosuncuk mosuncuk yok. Ver elini Uruguay ya da Tiran. Sen de elinde işe yaramaz kâğıt parçacıklarıyla adliye kapılarında dövün dur. Olmadı, intihar et vs.

     Hal böyle olunca bir bakayım bu dolandırıcılık olayları ne zaman, nerede ve nasıl olmuş? Şöyle Google defterini karıştırırken karşıma ilginç hikâyeler çıktı ve bunlardan bazılarını anlatarak belki bundan sonra olacaklara engel olurum diye düşündüm. Şimdi gelin hep birlikte inceleyelim:

1)Eyüplü Halit: Türk tarihinin ün yapmış ilk dolandırıcısıymış. İstanbul’un işgali sırasında kargaşadan yararlanarak kendi polis karakolunu kuruyor ve Rumları çağırtarak ispiyoncuymuşsun vs yalanlarla rüşvet almaya başlıyor. Hatta hapisteyken bile İtalyan Mussolini’ yi bile mektupla dolandırdığı anlatılıyor.

2)Sülün Osman: İstanbul’ a Anadolu’dan gelen tüccarlara Galata Kulesi’ni, Beyazıt Meydanı’nı satıyor. Hatta sokakta dolaşan vatandaşlardan şehrin meydanlarında bulunan saat kulesine baktığını söyleyerek saate bakma parası alıyor.

3) Güney Zobu (Raki): 1980’li yıllarda genellikle yasadışı işler yapanları dolandırıyor. Onlara sahte dolar vs satıyor.

4) Banker Bako: Papatyalı Banker olarak anılıyor. 1980’li yıllarda bankalardan kredi çekerek evraklara papatya resmi çizerek adeta devletle dalga geçiyor. Birçok insanı da dolandırıyor.

5) Ayşe Benli: Kumar çeteleriyle işbirliği içine giriyor. Las Vegas’ta bir casinoya iki milyon dolarlık kazık atıyor ve bununla ABD karışıyor. FBI bile bunun sırrını çözemiyor.

6) Banker Kastelli: O dönemde yıllık banka faizleri yüzde otuz iken o vatandaşa aylık yüzde on iki faiz vereceğim diye milletin parasını topluyor. Sonra sırra kadem basarak yurt dışına kaçıyor.

7) Selçuk Parsadan: 1995 yılında dönemin başbakanı Tansu Çiller zamanında Emekli Orgeneral Necdet Öztorun’un adını kullanarak o zamanın parası beş buçuk milyar dolandırmış.

8) Titan zinciri ile binlerce insan dolandırılmış.

9) Zeynel isimli bir dolandırıcı otuz bin kişiden otuz yedi milyon lira dolandırmış.

10) Almanya’da bir dolandırıcı üç yüz bin kişiyi-vatandaşımızı dolandırmış.

11) Jet Fadıl isimli dolandırıcı: Konut, devre mülk, araba gibi vaatlerle birçok insanı dolandırmış.

12) Yine Almanya’da yaşayan vatandaşlarımız Yimpaş, Kombassan vb başka birçok şirket tarafından dolandırılmış.

13) Yakın zamanda Mehmet Aydın Çiftlikbank isimli bir şirket kurarak adeta vatandaşa koyun/mal muamelesi yaparak ve dalga geçerek yetmiş yedi bin kişiyi dolandırarak Uruguay’a kaçmış.

14) Faruk Fatih Özer Thodex isimli bir kripto para şirketi kurarak ve asrın yolsuzluğu denebilecek bir boyutta iki milyar doları toplayarak Tiran’a uçmuş.

15) Vebitcoin diye bir şirketin de benzer durumlarının olduğu anlatılmaktadır.

16)GoldExCoin diye başka bir şirketin de ne yazık ki aynı şekilde olduğu anlatılıyor.

     Biraz daha araştırsam neler çıkar neler. Hele o telefon dolandırıcılarını vs de saymıyorum. Yani bu kadar olaya rağmen, bu kadar örneğe rağmen, hatta daha çok yakın bir zamanda gerçekleşmiş olaya rağmen insanlarımız hala bu türden dolandırıcılara eğilim gösteriyorlarsa pes demekten başka bir şey gelmiyor aklıma. Değerli vatandaşlarımız yasal yollardan para kazanmak varken neden kendinizi dolandırıcıların kucağına atarsınız?

     Para kazanmanın en iyi yolu emek sarf ederek kazanılan paradır. Yasal yollardan elde edilen gelirlerdir. Yoksa kısa yoldan, hiç emek sarf etmeden para kazanayım derseniz sonunuz yukarıdaki örnekler gibi olur. Ben buna da inanıyorum ki yarın bir başka dolandırıcı çıksın yasal olmayan bir yolla kazandıracağım desin, yine de birçok insan koşarak gidecektir. Etmeyin eylemeyin paranızı, malınızı, emeğinizi başkalarına yedirmeyin, kendiniz yiyin. Kısa yoldan para kazanma hırsımıza yenik düşmeyelim. Emek en kutsal değerdir.

 Yaşar GELER

Devamı
Milli Egemenlik ve Çocuk

MÜKERRER YAZI NEDENİYLE RED EDİLMİŞTİR..

Milli Egemenlik ve Çocuk

     Ulusça yaşamsal önemi olan bir günü kutlamaya hazırlandığımız ancak, yasal kısıtlamalardan dolayı çoklu katılımla kutlayamayacağımız bir bayramı daha uzaktan programlarla kutlamaya çalışacağız. Ancak, Türk milleti olarak, her ne kadar bedenimiz bir yerde olmasa da ruhumuz ve fikrimizin orada olduğu bilinciyle kalbimizde bile kutlayacağımız bir bayramdır 23 Nisan Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramı!

     Bu bayram öyle bir bayram ki, adeta damarlarımıza nüfuz etmiş, her ne kadar son damlasına kadar çekilmek istense de kendini yenileyen ve insan yaşadıkça onun da yaşayacağı yaşamsal bir uzvumuz gibidir. Öyle zannediyorum ki hiç güç bu aşkı, bu duyguyu, bu inancı kalbimizden sökemeyecektir. Çünkü bu aşk küllerinden yaratılan bir devletin ve var olma mücadelesinden galip çıkan bir milletin aşkıdır. Bu bayram, milletin yıllarca süren esaretten kurtuluşunun ve tüm egemenlik haklarının kazanıldığının adeta tapusudur. Bu öyle bir duygu ki, geleceğimizin teminatı olan gençliğe dönüşecek ve ileride de ülke yönetimde söz sahibi olacak milletin çocuklarının özgürlük belgesidir. Ayrıca insanın, vicdan muhasebesi yapacağı bir durumun belgesidir. 

     Gazi Mustafa Kemal Atatürk bu bayramı çocuklara öyle iş olsun diye armağan etmiş değildir. Üstün dehâsı ve ileri görüşlülüğünden kaynaklanan özelliğinden dolayı, ülkenin geleceğini onlarda gördüğü için bu bayramı Türk Çocuklarına sonrasında da tüm dünya çocuklarına armağan etmiştir. Buradan şu sonucu çıkarabiliriz: Demek ki tüm dünya devletlerinin gelecek teminatları çocuklardır.     O halde günümüzde her ne kadar çocuklarımıza yeterli değeri veremiyor olsak da, onlara karşı hoyratça davransak da, çeşitli istismar çevrelerince onlarla ilgili hain düşünceler beslense de biz yetişkinlerin görevi; o çocuklarımızı dünya durdukça sağlıklı, ahlâklı, mantıklı ve huzurla yaşayabilecekleri bir ortamda yetişmeleri için  gerekli olanakları sağlamalıyız. İşte o zaman dünya yaşanılabilir bir dünya olarak değerlendirilebilir.

     Bu vesileyle çocuklarımıza bu armağanı sunan başta Gazi Mustafa Kemal Atatürk olmak üzere bu uğurda yaşamlarını kaybetmiş tüm şehitlerimizi rahmet ve minnetle anıyoruz. 

     Ey bu ülkenin gelecek teminatı olan çocuklar; 

     23 Nisan Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramınız kutlu olsun!

     Nice yüz birli yıllara!

Yaşar GELER

Devamı
Milli Egemenlik ve Çocuk

Milli Egemenlik ve Çocuk

     Ulusça yaşamsal önemi olan bir günü kutlamaya hazırlandığımız ancak, yasal kısıtlamalardan dolayı çoklu katılımla kutlayamayacağımız bir bayramı daha uzaktan programlarla kutlamaya çalışacağız. Ancak, Türk milleti olarak, her ne kadar bedenimiz bir yerde olmasa da ruhumuz ve fikrimizin orada olduğu bilinciyle kalbimizde bile kutlayacağımız bir bayramdır 23 Nisan Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramı!

     Bu bayram öyle bir bayram ki, adeta damarlarımıza nüfuz etmiş, her ne kadar son damlasına kadar çekilmek istense de kendini yenileyen ve insan yaşadıkça onun da yaşayacağı yaşamsal bir uzvumuz gibidir. Öyle zannediyorum ki hiç güç bu aşkı, bu duyguyu, bu inancı kalbimizden sökemeyecektir. Çünkü bu aşk küllerinden yaratılan bir devletin ve var olma mücadelesinden galip çıkan bir milletin aşkıdır. Bu bayram, milletin yıllarca süren esaretten kurtuluşunun ve tüm egemenlik haklarının kazanıldığının adeta tapusudur. Bu öyle bir duygu ki, geleceğimizin teminatı olan gençliğe dönüşecek ve ileride de ülke yönetimde söz sahibi olacak milletin çocuklarının özgürlük belgesidir. Ayrıca insanın, vicdan muhasebesi yapacağı bir durumun belgesidir. 

     Gazi Mustafa Kemal Atatürk bu bayramı çocuklara öyle iş olsun diye armağan etmiş değildir. Üstün dehâsı ve ileri görüşlülüğünden kaynaklanan özelliğinden dolayı, ülkenin geleceğini onlarda gördüğü için bu bayramı Türk Çocuklarına sonrasında da tüm dünya çocuklarına armağan etmiştir. Buradan şu sonucu çıkarabiliriz: Demek ki tüm dünya devletlerinin gelecek teminatları çocuklardır.     O halde günümüzde her ne kadar çocuklarımıza yeterli değeri veremiyor olsak da, onlara karşı hoyratça davransak da, çeşitli istismar çevrelerince onlarla ilgili hain düşünceler beslense de biz yetişkinlerin görevi; o çocuklarımızı dünya durdukça sağlıklı, ahlâklı, mantıklı ve huzurla yaşayabilecekleri bir ortamda yetişmeleri için  gerekli olanakları sağlamalıyız. İşte o zaman dünya yaşanılabilir bir dünya olarak değerlendirilebilir.

     Bu vesileyle çocuklarımıza bu armağanı sunan başta Gazi Mustafa Kemal Atatürk olmak üzere bu uğurda yaşamlarını kaybetmiş tüm şehitlerimizi rahmet ve minnetle anıyoruz. 

     Ey bu ülkenin gelecek teminatı olan çocuklar; 

     23 Nisan Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramınız kutlu olsun!

     Nice yüz birli yıllara!

Yaşar GELER

Devamı
Köylü Milletin Efendisi midir?

Köylü Milletin Efendisi midir?

Her ne kadar günümüzde pek de karşılık bulamayan bir söz ve bir konu olsa da ben bu konuyu biraz irdelemek istiyorum. Bunun için de bu sözün çıkış noktasından başlamak gerek diye düşünüyorum. Tarihçesi şöyle başlar:

1913 yılında Mustafa Kemal, İttihat ve Terakki Cemiyeti üyeleriyle yaşadığı fikir ayrılıkları sebebiyle, Enver Paşa tarafından Sofya’ya askeri ataşe olarak gönderilir.

Bulgaristan henüz 5 yıllık bir ülkedir.

Bir pastane vardır Sofya’da. Diplomatik erkân genel olarak o pastanede kahvaltı yapmaktadır. Atatürk de orada yapar kahvaltısını.

Bir sabah bir köylü girer pastaneye.

Bohçası vardır yanında, bırakır bir masanın yanına, oturur.

Bir garson gelir, köylü süt ve kek ister.

Garson ise köylünün pastaneden ayrılmasını ister.

İtiraz eder köylü.

Birkaç garson daha gelip tekrarlarlar dışarı çıkmasını.

Köylü öfkelenir ve bağırmaya başlar.

“Senin sattığın sütü ben üretiyorum. Senin sattığın pasta, börek, çöreğin ununu ben üretiyorum. Peynirini, yoğurdunu ben üretip veriyorum. Pastahaneye koyduğun meyveyi ben üretiyorum ve sen benim ürettiklerimi bana vermiyorsun öyle mi? Hayır çıkmıyorum ve kahvaltımı burada yapacağım!” der..

Herkes suspus olur.

Köylünün istedikleri masasına gelir, kahvaltısını yapar ve bir miktar parayı masaya fırlatarak çıkar ve gider.

Tüm her şeyi izleyen Mustafa Kemal, küçük kareli not defterine şu notu düşer. “Bir gün benim köylüm de bu köylü gibi olursa millet olduk demektir.”. Ve ekler:

” KÖYLÜ MİLLETİN EFENDİSİDİR”.

Evet, sevgili okurlarım, ta 1900’lü yılların başlarında geçen bu olaydan sonra, Mustafa Kemal’in dehası ve uğraşlarıyla Türk Köylüsü de Türk Milletinin efendisi olur. Çünkü o yıllardan süregelen üretim gerçekliği halen günümüzde de aynı şekilde etkili bir biçimde güncelliğini korumaktadır. Yani beslenme anlamında bir canlının yaşamını sürdürebilmesi için ne gerekliyse hemen hepsi geçmişte olduğu gibi günümüzde de köylülerimiz tarafından üretilmektedir. Hatta korkunç bir şekilde görülen tüm zorluklara karşın bu üretim zinciri sürdürülebilmektedir. Evet, köylümüz üretiyor. Üretiyor ama 1900’lü yıllarda ki gibi değer görebiliyor mu? Ben bu konuda olumsuz düşünüyorum. Köylümüz bu üretim gücüne karşılık yeterli toplumsal ve sosyal değeri göremiyor kanısındayım. Nedenini de şöyle açıklayabilirim:

-Ülkemizde şehirleşme hamleleri sürerken hala hiç de azımsanamayacak kadar köyün ve köylünün olduğunu görebiliyoruz. Bu köyler ve köylülere şehir ortamına giden hizmetin belki de yüzde onu anca gidebiliyor.

-Ülkemizde halen elektrikle, modern su tesisatıyla, asfalt yoluyla, doğal gazıyla, telefon şebekeleriyle, internet ağlarıyla, sulama kanallarıyla vb tanışmamış birçok yerin, köyün ve köylünün olduğunu biliyoruz.

-Birçok köylünün şehir yüzünü göremediğini, eğitimden, kültürden, sosyal hayattan yeterince yaralanamadığını biliyoruz.

-Mevcut turizm, kültür, tarihi eser vb, potansiyellerini ekonomik olarak geri döndürme fırsatı yakalayamadığını biliyoruz.

-En büyük oy potansiyeline sahip olduğunu, sadece seçim zamanlarında iltifattan öteye geçmeyen yalan ve boş vaatlerle oyalandırıldıklarını biliyoruz.

-Köylünün kendi seçtiği vekilinin dokunulmaz olduğunu oysa - asıl olan- köylünün çokça ve kolayca dokunulan bir birey olduğunu da biliyoruz.

-Aslında kendi seçtiği için seçtiği kişinin kendi emrinde olması gerekirken, köylünün emir vererek bir şeyler yaptırması gereken vekilleri tarafından yeri geldiğinde azarlandığını, hor görüldüğünü, telefonlarına bakılmadığını ve sorunlarını iletmek istediklerinde bile ulaşılmaz olduklarını da biliyoruz.

-Kamudan alması gereken destek ve yardımları yeterince ve zamanında alamadıklarını da biliyoruz.

-Kendi ürettiği ürününü dahi kendisinin tüketemediğini, ürettiğini şehirliye sattıktan sonra kendi gereksinimlerini fabrikasyon ve genetiği bozuk, sözüm ona ucuz olarak temin edebildiğini de biliyoruz.

-Ürettiğini satabilmek için birkaç aracı, tefeci ve toptancı tarafından nasıl mağdur edildiklerini de biliyoruz.

-Hele hele günümüzde kredi ile yaşam sürdüklerini, kredisini ödeyemediklerinde tüm değerlerine haciz konulduğunu ve önemli mallarının haczedildiğini biliyoruz.

-Cumhuriyetle birlikte her köyün eğitim ışığıyla aydınlanmaya başladığını ancak geçen zamanla birlikte bu ışıklarının da söndürüldüğünü, eğitime erişmede güçlük çektiklerini de biliyoruz.

-Her gelenin köylüyü toplayıp emirler yağdırdığını da biliyoruz.

-Tarım ve hayvancılık konularında basit ve göstermelik desteklemelerle üretiminden koparıldıklarını, dışa bağımlı bir üretim gerçeğinin içerisine hapsedildiklerini de biliyoruz.

Yani daha yüzlerce sıralayabileceğimiz olumsuz benzer konular varken, “KÖYLÜ MİLLETİN EFENDİSİDİR“ sözünün artık bir anlamı kalmadığını, köylünün milletin efendisi mi ya da kölesi mi olduğunu düşünmekten edemiyorsunuz. Elbette ki efendisi olması gerekiyor, ancak buna dair bir ibare ya da bir işaret göremiyoruz.

Ben yine de iyimser bir tablo çizerek “Köylünün milletin efendisi olabilmesinin yolu, yine köylünün kendisinden geçiyor.“ diyorum. Bu da Ancak, köylümüzün Sofya’daki köylü benzeri bir köylü tavrı ve davranışıyla gerçekleşir.

Ne zaman ki seçtiği vekilinin önünde el pençe durmayı bırakıp, vekili köylünün önünde el pençe durursa işte o zaman “Köylü milletin efendisi olur.“

Bu çok mu zor derseniz, bence hiç de zor değil derim. Çünkü düşünün ki bir davanız var ve bir avukatı vekil tayin ettiniz. Avukat size vaat ettiklerini ve sizin istediklerinizi yerine getirmediğinde nasıl ki azledip, vekâletinizi geri alabiliyorsanız, seçtiğiniz her hangi bir vekilinizi de azledebilme şansınız var. İşte bu hakkınızı doğru ve yerinde kullandığınız da milletin efendisi olmamanız için hiçbir nedeniniz kalmayacaktır.

Ben yine de diyorum ki; Türk Köylüsü, Türk Milletinin Efendisidir. Olmalıdır ve olma mücadelesinden asla vazgeçmemelidir.

Yaşar Geler

Uz. Eğitimci/Yazar

 

Devamı
Ortaya Karışık 21 Mart

ORTAYA KARIŞIK 21 MART

     Evet güzel bir deyimdir ortaya karışık. Birçok anlamı da beraberinde getirir. Yalnız bu deyim ülkemizde çoğunlukla yemek ifadesi olarak kullanılır. Ancak ben yemek olarak değil de gün olarak kullanmak istiyorum bu deyimi. Malum bugün 21 Mart! 21 Mart’ın anlamı ve önemi çok büyük olsa gerek ki bugüne dair birçok önemli günü aynı zaman dilimine sığdırmaya çalışmışız. Şimdi ben bugüne özel olan günleri sırasıyla açıklamak istiyorum.

     Birincisi, 21 Mart Nevruz Günü. Bugüne dair çok fazla anlatım ve anlam yüklenmiştir. Bana göre aslı ve en değerlisi, yaşamın başlaması, doğanın kendini yenilemesi ve canlanmasıdır. Doğa kendisini yenilemeye başladığında üzerinde yaşamaya çalışan tüm canlılar da doğal olarak bu yenilenmeye ve değişime uyma gerekliliği hissedecektir. Yani mevsimsel olarak da baharın başlangıcı olarak bilinmektedir. Bir başka görüş de Göktürklerin Orta Asya’dan çıkışı olarak kabul edilmektedir. Mevsimsel düşündüğümüz de ekinoks olarak da adlandırılan gece gündüz eşitliğidir.

     İkincisi, Uluslararası Irk Ayrımıyla Mücadele Günü. Bugünün anlamı da Güney Afrika’nın Sharpeville kentinde apartheid paso yasalarını protesto etmek isteyen göstericilere polis tarafından ateş açılması sonucu altmış dokuz kişinin ölümüne neden olan olay yaşanmıştır. Birleşmiş Milletler Genel Kurulu tarafından 1966 yılında alınan bir kararla tüm dünya ülkelerinin ırk ayrımcılığını önlemek amacıyla çalışma yapmalarının gerekliliği üzerinde durulmuştur.

     Üçüncüsü, Dünya Şiir Günü. Bugün de ilk olarak 1999 yılında Unesco tarafından ilan edilmiş dünya çapında kutlanmaya başlanmıştır. Kimi ülkelerde bugünün ilk çıkış tarihinin çeşitli değişikliklerden geçmiş olmasına rağmen 5 Ekim, 15 Ekim tarihlerinde de kutlanmaktadır.

     Dördüncüsü ise, 21 Mart Orman Günü ve 21-26 Mart Orman Haftasıdır.  Bugüne özel olarak da insanların bağ, bahçe, tarla ve çeşitli ekin alanlarında insan gereksinimlerini karşılamak amacıyla üretim yapmasını teşvik etmek için, ormanların korunmasını sağlamak ve orman oluşturmak, ağaç dikmek adına farkındalık oluşturmak ve insanları bilinçlendirmek gerektiğini düşünmüş olsalar ki, Avrupa Tarım Federasyonu (CEA) 1971 yılında Birleşmiş Milletler Tarım ve Gıda Örgütü’ne (FAO) bir teklif götürmüştür. Bu teklif kabul edilmiş olup, ülkemizde de 1975 yılından bu yana çeşitli etkinliklerle kutlanmaya devam etmektedir.

     İşte bu kadar birbirinden değerli günden herhangi birisini yok saymak olmayacağından ortaya karışık bir şekilde siz değerli okuyucularıma aktarmanın daha doğru olacağını düşünerek böyle bir yazı kaleme aldım. Her dört günün de anlamlı bir şekilde değer bulması ve kutlanması gerekir diye düşünüyorum.

Yaşar Geler

Uz. Eğitimci/Yazar

Devamı
Yaşam Dediğimiz Şey

Yaşamın özüne inmek gerek. Sanıyorum ülkemiz ve dünyamız varlığının en zor dönemini yaşamaktadır. Yani aslında ülkemiz ve dünyamız derken bu coğrafyalar üzerinde yaşayan insanlardan söz ediyorum. İnsanlarla birlikte diğer canlılar da hayvanlar ve bitkiler de aynı zorlukları yaşıyor.

Küresel ısınmanın getirdiği değişimler, yaşamlarını sürdürebilmek için mücadele eden evcil ve yaban hayvanları, varlığını sürdürmeye çalışan suya muhtaç bitkiler, geçinmeye çalışan, evine bir ekmek götürebilmek için mücadele eden insanlar.

Covid 19 pandemisi ile yaşamların sönmesi, ağır tahribata uğramış bedenler, ayakta olsa bile sürünerek yaşam sürdürmeye çalışan insanlar.

Hastalığı yok edeceğim diye uğraşan, canları pahasına mücadele eden ve en çok kayıp veren sağlık ordusunun çektiği zorluklar. Bu da yetmiyormuş gibi bir de saldırgan, ruh hastası insanlarla mücadele etmek zorunda kalmaları ve şiddete maruz bırakılmaları!

İşten çıkarılmalar, ekmeksiz aşsız kapı önüne konulmalar. Sonrasında alınan ama yetersiz kalan önlemler. Hiçbirisi yaşamımızı normale döndüremiyor.

Ya paranoyak duruma gelmiş halk topluluğu? Bir de onların bozulan psikolojileri ve ortaya çıkan koronafobi durumu yaşamımızın bir parçası halini almadı mı?

Yaşlılarımızı koruyacağız diye eve tıkmalarımız bile onları koruyabilmeye yetmiyor.  Çünkü yaşlısı evde ama genci sokakta! Sokaktan getirdiğini evdeki yaşlısına bulaştıran insanlar!

Ya bir de şiddete maruz kalan, katledilen kadınlarımız. Şiddet, taciz ve tecavüz olayları aldı başını gidiyor. Ne yazık ki bunlara bile engel olmakta ve korumakta bile yetersiz kalıyoruz. Hemcinsinin bile normal diyebildiği bir ortamda yaşamaya çalışıyoruz.

En can yakıcı nokta da çocuk istismarları değil mi? Gün geçmiyor ki, haber kanallarında bir çocuğa cinsel tacizde ve tecavüz girişiminde bulunulmamış olsun. Bu tür ruh hastası insanları izole etmek gerekiyor. Bunları tedavi edemezsek bu yavruları ve sağlıklı geleceklerini nasıl sağlayabiliriz?

Yani ciddi ciddi toplumsal ruh sağlığı problemi yaşıyoruz. Devletin ilgili kurumlarının bir an önce bu konuya eğilmesi ve önlem alması gerekmektedir. Aksi takdirde koskoca bir nesli yok edeceğiz. Neslin kötü geleceği, ileride telafisi olmayan ve daha da kötüleşen bir dünya düzenine evrilecektir.

Ya çöpe tutunarak yaşamaya çalışan insanlarımıza ne diyeceğiz? Her gün çöp içerinden kâğıt, naylon, plastik, metal, cam gibi atık geri dönüşüm malzemelerini toplayan ve bu yolla günlük ortalama kazançları en fazla 30-40 lira civarında olan insanların yaşam mücadeleleri içimizi acıtıyor. Bunların dışında pazar atıklarından kendine yiyecek çıkarmaya çalışan insanlarımız da cabası!

Yaşamın zorluğunu askıda ekmek, askıda fatura, yardım kampanyaları, dilenen insanlar, kırmızı ışıkta mendil satan çocuklar, bir lira alabilmek uğruna cam silmek için mücadele veren insanların durumu!

Borcunu alamadığı ya da alacağını tahsil edemediği için canlara kıyan insanların varlığı yaşamın ta kendisi değil midir?

Yollarda tahammülsüz insanlar, yol verme-vermeme psikopatlığı üzerinden kavgalar ve can almalar yaşamın gerçekliği değil midir?

Tarlasında yetiştirdiği ürününü 20-30 kuruşa dahi satamayan ama kentlerde o tür ürünlerin üç-dört lira fiyatla satıldığı gerçeğine ne demeli?

Yetiştirdiği hayvanını satamayan, arazisini işleyemeyen köylünün durumu yine içimizi yakmıyor mu?

Suya hasret kalan toprağın kuruluğu ve verimsizliği, barajların boşluğu, yiyecek bulabilmek için şehir ve köy merkezlerine inen yaban hayvanlarıyla birlikte yaşamaya başladığımızı da görmekteyiz. Neredeyse her evin bahçesi bir evcil hayvan barınma merkezine dönmüş durumda. İnsanlar bir de onların hayata tutunabilmeleri için mücadele vermektedirler.

Yani, özetle şunu söyleyebiliriz ki; bilim, bilişim ve teknoloji çağında, dijitalizmin doruk noktasında canlı yaşamları en zorlu yılını ya da çağını yaşıyor. Bakalım ilerleyen zaman diliminde neler göreceğiz. Yaşamın zorluğunu nasıl yeneceğiz ve rahat bir nefes alacağız? Bekleyip, gözlemleyelim ve görelim. Allah sonumuzu hayır eylesin!

Yaşar GELER

Devamı
Dünya Kadınlar Günü mü?

DÜNYA KADINLAR GÜNÜ MÜ? 
Yeryüzünde kadın olup ta Emekçi olmayan, herhangi bir erkek ya da kadın üzerinde emeği olmayan kadın var mıdır acaba? Bence yoktur. O halde, tüm dünya kadınlarının günü kutlu olsun! diyorum. 
2020 nüfus sayımına göre ülkemizin Erkek nüfus 41 milyon 139 bin 980 kişi olurken, kadın nüfus 40 milyon 863 bin 902 kişidir. Buna göre toplam nüfusun %50,2'sini erkekler, %49,8'ini ise kadınlar oluşturmaktadır.
Dünyada ise yaklaşık 7 milyar 800 milyon nüfusun, 4 milyarı erkek 3 milyar 800 milyon civarında da kadın olduğu tahmin ediliyor.
Bu bilgileri şunun için araştırdım ve verdim. Yeryüzünde kadın ve erkek hemen hemen eşit sayıdadır. Hele kürataj gibi önleyici uygulamalar olmasaydı belki kadın nüfusu erkek nüfusunu geçer yada eşit olabilirdi. Aslında aradaki fark çok da önemsenecek bir fark değildir.
Zaten yaradan da eşit insan olarak yaratmıştır. O halde bana göre de anlamsızlaşan bir gün icat edilmiş. Tabiri caiz ise, kadın yetersizdir, güçsüzdür. Erkek olmadan kadın yoktur. 
Erkek isterse, kadının bir şeyler yapmasına izin vardır. 
Şurada kotalı olsun, burada eş olsun, şurada olması lazım, burada kadına yer verelim. 
Kadın dediğin her yerde olmaz. 
Kadın evde oturur. Kadın çocuk doğurur. 
Elinin hamuruyla erkek işine karışmaz... 
Bu tür tanımlamalar uzar gider. Bir başka yerde de şöyle düşünülür:
“Yemeği kadın yapar.
Temizlik kadının işi.
Bulaşık kadın işi.
Hayvan bakma, sağma ve üretim kadının işi... 
Son zamanlarda da neredeyse hayatın her alanında, olmaz denilen her işte kadının olduğunu ve çalıştığını görmekteyiz.“
Peki,  şimdi buraya kadar yazdıklarımdan yola çıkalım. Demek ki kadın ve erkek eşit doğuyor, eşit büyüyor. Hatta kadın erkekten daha çok çalışıp üretebiliyor.
Hatta ve hatta tarihte örnekleri de çok; Savaşta ve her zorlukta kadın hep erkeğin yanında durmuştur. Halide Edip, Kara Fatma, Nene Hatun, Sabiha Gökçen vb... 
-E o zaman kadın nerede, neden yok?                  - Kadın, nerede daha az etkili?                     -Kadın, neden hep ikinci planda kalmış?                                                         - Kadın, neden hep erkeğin arkasından geliyor?                        - Kadın, özellikle neden siyasal ve sosyal hayatın içinde yok?                           - Kadına kim, neden kota koyabiliyor ve koyduğu kotadan dolayı da gururlanıyor?
Bu kısımda da hiç kusura bakmasınlar ama kadınları eleştireceğim. Madem yeryüzüne eşit geliyoruz, sayımızda eşit o halde siz neden kendiniz için mücadele etmezsiniz?
Neden kendinize kota koydurmaya razı olursunuz?
Neden eşit insan olma, eşit yurttaş olma hakkınızı kullanamazsınız?
Neden örgütlü değilsiniz?
Örgütlü kadın kuruluşlarında neden yoksunuz?
Siyaset yapmak için lütufmuş gibi kadın kotalarına, erkek hegemonyasına neden boyun eğersiniz? 
Siyasi örgütlerde size yer verilmediğinde neden kendi örgütlenmelerinizi yapıp, kendinizi söz sahibi kılmazsınız?                                               Sayınız mı yetmiyor? Önünüzde yasal bir engel mi var? 
İnceliyorum bunların hiçbiri yok. O halde size dayatılan yılda bir kere olan uydurma kutlamalara ihtiyaç duymadan, öz benliğinizle mücadele ederek her alanda eşit birey olma hakkınızı  kendiniz söke söke alınız. 
Yine de, “Dünya Kadınlar Gününüz kutlu olsun!”
Yaşar GELER 

 

Devamı
ÇOCUKLAR VE RADYASYON

ÇOCUKLAR VE RADYASYON

Yaşar GELER

Uz. Eğitimci / Gazeteci-Yazar

Çocuk nedir?

Her hangi bir insanın, sıfır-on sekiz yaş dönemi arasında geçirdiği süreye çocukluk dönemi deniyor. Bu kişiye de çocuk deniyor. Çocuk, aynı zamanda reşit olmayan yani kendi kararlarını kendi veremeyecek durumda olan insan demektir. O halde bu insanın sağlıklı düşünebilmesi ve sağlıklı karar almasını beklemek te yanlış olur. Gerçi günümüz dünyasında çocuk dediğimiz yaşlarda ki insanların büyük bir bölümünün ileri yaş gruplarındaki insanlardan daha da sağlıklı düşünebildiği ve sağlıklı kararlar verebildiğine de tanıklık ediyoruz. Çünkü bu insanların önü o kadar açık, bilgiye erişimi o kadar kolay olmuş ki yanlış düşünmesi ve yanlış kararlar alması beklenmiyor bile. Ancak bu anlattıklarım var olan bir gerçeği de değiştirmiyor. Çünkü yasalar önünde sıfır-on sekiz yaş aralığındaki her birey çocuk olarak tanımlanmaktadır.

Benim burada değinmek istediğim yaş grubu özellikle sıfır-on, on ikili yaş gruplarıdır. Yani gelişimlerinin hız kazandığı, beceri ve ilgi alanlarının yüksek düzeyde seyrettiği bir dönedir diye düşünüyorum. Bu cezbedici dönemin dayanılmaz bir hafifliği de muhakkak ki vardır. O zaman bu yaş gruplarında büyüyüp gelişmeye çalışan çocuklarımızı radyasyon denilen illetten nasıl koruyabiliriz? İşte bu sorunun yanıtını aramak ve bulmak gerekir diye düşünüyorum. Bu nedenle internet ortamında yaptığım araştırmadan çıkan bulguları yazıma dayanak yaparak sizlere aktarmak istedim.

Malum çağımız bilgi ve bilgi teknolojileri çağı. Diğer bir tanımla daha önce de belirtmiş olduğum tespitimle dijital çağ ya da dijitalizm akımı diye de adlandırabiliriz. Bu çağın nimetlerinden ve kolaylıklarından yararlanalım derken, gelin görün ki bu nimet bizde eziyete dönüşüyor. Asıl mesele de işte burada başlıyor. Biz bu eziyetten ve teknolojinin zararlarından nasıl korunacağız ya da geleceğimiz olan çocuklarımızı nasıl koruyacağız?

Evet, bu süreci sadece çocuklar yaşamıyor. Biz ebeveynler de yaşıyor ve bu olumsuzluklardan bizler de etkileniyoruz. Zaten hastalık ve ölüm oranlarına baktığımız da neredeyse her dört kişiden birisi kanser olmuş ve kanserden yaşamını yitiriyor. Kanserin başlıca nedeni de radyasyon dediğimiz illet!

O halde şimdi radyasyon nedir?

Yaşamımıza etkileri nelerdir?

Radyasyon nelerde vardır?

Radyasyondan korunma ve geleceğimiz olan çocuklarımızı koruma yolları nelerdir?

Şimdi bu sorularımıza yanıtlar arayalım. Bunun için çeşitli araştırmalar yaptım ve bulduğum sonuçları kısaca sizlere aktarmak istiyorum.

Radyasyon, ortamda taşınan enerji olarak tanımlanabilir. Bu enerji, parçacıklar ve elektromanyetik dalgalar (‘foton’ denilen kütlesi bulunmayan enerji paketçikleri) aracılığıyla taşınır.

Radyasyon veya ışınım, elektromanyetik/dalgalar veya parçacıklar biçimindeki enerji yayımı ya da aktarımıdır. "Radyoaktif maddelerin alfa, beta, gama gibi ışınları yaymasına “ veya "Uzayda yayılan herhangi bir elektromanyetik ışını meydana getiren unsurların tamamına da” radyasyon denir.

Radyasyonun insan bedenine etkileri şunlardır:

  • Vücut tüylerinin diplerine ulaşırsa deri kanseri oluşabilir.
  • Göğüs kanseri veya akciğer kanserine neden olabilir.
  • Gözlerde katarakt oluşumuna ve görme yetisini kaybetmeye neden olabilir.
  • Mide ve sindirim sistemini etkileyerek, sırasıyla; mide bulantısı, ishal veya kan kusmaya neden olabilir.
  • Kadınlarda yumurtalık veya yumurtalarına, erkeklerde testis ve prostata etki edebilir.
  • Lösemi gelişimine neden olabilir.
  • Fazla miktarda akyuvar kaybına neden olup, vücudu savunmasız bırakabilir.

(Kaynakça: https://tr.wikipedia.org/wiki/Radyasyon)

Evimizdeki elektromanyetik radyasyon yayan aletlerin listesi:
1.Televizyon
2.Cep telefonu
3.Bilgisayar
4.Saç kurutma makinesi
5.Radyo
6.Çamaşır makinesi
7.Bulaşık makinesi
8.Mini fırın
9.Fırın
10.Elektrikli battaniye
11.Ütü
12. Buzdolabı
13.Elektrikli süpürge
14. Tıraş makinesi
15. Telsiz telefon
16. Lamba
17. Müzik seti
18. DVD
19. Playstation ve daha niceleri diye bitmeyen uzunca bir liste…

Radyasyondan korunma yolları:

- elektro manyetik dalgalara karsı koruyucu perde, boya veya elbiselerin kullanılması
- elektrikli cihazların bir arada ve birbirine yakın mesafede kullanılmaması,
- elektrikli cihazların uzun süreli ve yakın mesafede kullanılmaması
- uygun besinlerin alınması, A ve C vitaminleri, protein

Elektrikli aletleri kendinizden mümkün olduğunca uzakta çalıştırın. Elektromanyetik etki mesafe ile hızla azalacaktır. Kullanmadığınız aletleri ya kapalı tutun ya da fişten çıkarın. "Stand by" (bekleme) konumunda kaldığı sürece elektromanyetik kirlilik yaratacaktır. Mikrodalga fırın çalışırken en az 1 metre uzakta durun. Gerekmedikçe kullanmayın. Televizyon ekranlarından (ön ve arkasından) en az 2 metre uzakta bulunun. Televizyon ve bilgisayar monitörlerinin elektromanyetik alanı daha büyüktür. Komşunuzda bu aletlerin nereye yerleştiğine dikkat edin. Çamaşır ve bulaşık makineleri çalışırken yakınında bulunmayın. Elektrikli tıraş makinesini şarjlı kullanmayı tercih edin. “Ekonomik (halojen ve floresan) lambaları kendinizden uzakta tutun; gece lambası ve okuma lambası olarak kullanmayın.

(Kaynakça: https://www.emrkoruma.com/index.php?part=rz8)

Özellikle küçük çocuklarımızı mutlaka ama mutlaka kolay erişebildikleri televizyon, tablet ve cep telefonlarından mümkün oldukça uzak tutmak gerekiyor. Biz büyükleri bile en ağır şekilde etkileyen bu canavar teknolojik ürünler, çocuklarımızı bin kat daha fazla ve kolay etkilemektedir.

Çok gerekmedikçe ve sık olmamak kaydıyla tüm elektrikli ve elektronik ürünleri kısa ve kontrollü olarak kullanmanın yararlı olacağını düşünüyorum. Özellikle de günümüzde COVİD 19 pandemisi nedeniyle evlerde hapis kalmışken üretim ve tüketim çılgınlığı da ön plana çıkmışken var olan tehlikenin boyutlarını birkaç kat daha artırdığımızın farkına varmalıyız. Bu farkındalığı bilerek kontrollü bir yaşama geçmeli ve çocuklarımızı bu ortamlardan mümkünce geç tanıştırmalıyız. Attığımız her olumsuz bir adımın yetiştirdiğimiz bir çocuğun geleceğini, bedensel ve ruhsal sağlığını olumsuz etkileyeceğini ve yaşamına mal olacağını hesaba katmalıyız.

Artık çok geç olmadan bu farkındalığın toplumsal düzeyde oluşması ve gelişmesi için çok ama çok çalışmalı ve çokça çaba sarf etmeliyiz. Çünkü bugün yapılan bir haberde kanser riski taşıyan ve kanser olan hasta insanların büyük bir çoğunluğunu çocukların oluşturmaya başladığını resmi ağızlardan da duymaya başladık. Umarım toplumsal bir refleks gösterebilir çocuklarımızı bu teknolojik zarardan korumayı başarabiliriz.

Bu anlamda hepimize, herkese ve her kesime iş düşmektedir. O halde vakit daha geç olmadan iş başına!

Devamı
İŞİMİZ ZOR

İşimiz zor. Gerçekten çok zor bir yaşam dönemine giriyoruz. Hani derler ya “aşağı tükürsen sakal, yukarı tükürsen bıyık” aynen bu misal işte. Öyle zorlu bir süreçten geçiyoruz ki kimse ne yapacağını, nasıl bir pozisyon alacağını bilemiyor. Bugün aldığın önlem, yarın hiçbir işe yaramıyor. Ya da gelecek için yaptığın plan proje anında çöpe gidebiliyor.

İnsanlar şaşkın, ne yapacağını, neye ve kime inanacağını bile şaşırmış durumdalar. Birisi çıkıyor bir şey söylüyor, “hah işte bu doğru” diyorsun, sonra bakıyorsun bir başkası çıkıyor öncekinin söylemini çürütüyor, “olmadı, bak bu daha doğru söylüyor” diyorsun. Bilim insanları bile biri biriyle çatışıyor. Sonra ne oluyor? İnsanların kafası karışıyor. Kime, neye, niçin inanacağını şaşırıyor. Kararsızlık ortamının içerisinde debelenip duruyor. Hadi, şimdi şu kör kuyudan çık çıkabilirsen. Çıkmak kolay mı? Yanlışlar silsilesi her şeyden önce senin psikolojini bozdu. Anlaşılmaz bir ruh çıkmazı içerisinde çırpın dur!

  1. hele ortamdaki bilgi kirliliğine ne demeli. Yetkili yetkisiz herkes ama herkes bu süreçte ahkam kesiyor. Adam hem sağlıkçı hem eğitimci hem psikolog hem ekonomist hem bilmem ne her konuda fikir sahibi… Hal böyle olunca işimiz daha da zorlaşıyor. Acaba? Demekten alıkoyamıyorsunuz kendinizi.

Öncelerde teknoloji az gelişmiş olsa da insanlık çok gelişmişti. Değer yargılarımız farklıydı. Önemliydi ve çok da değerliydi. Şimdilerde ise, teknolojinin hızına yetişilmez gelişimi, dijital sistemlerin devreye girmesi, kapital ve emperyal güçlerin vahşice saldırıları karşısında işimiz gittikçe zorlaşıyor. Kapitalizm seni öyle esir almış ki, önce bir virüsle kasıp kavuruyor, sonra ilaç buldum, aşı buldum zinciriyle seni kendine bağlıyor. Minicik bir mikro organizma ile küresel boyutta bir korku imparatorluğu ve acımasızca can kayıpları, sonrasında ürettiği bir aşı ile elinde avucunda, cebinde var olan her kuruşu geri kendinde toplama girişimi. Hadi bunu geçelim, ya esir ettiği, eve kapattığı dünya ülkelerinde tüm kamu ve özel sektör genelinde kullandırılmak istenen teknolojik ürünler? Telefonlardan tutun, tabletler, bilgisayarlar, internet, sosyal ağlar… Bununla birlikte geliştirilen iletişim ve ulaşım sistemleri, petrollerin kullanımı, su savaşları, silah tüccarlarının hamleleri, dünyanın siyasal yapısını biçimlendirme çalışmaları, ekonomiyi istedikleri gibi dizayn etme hamleleri… Bunlara da bir bütün olarak baktığınızda yeryüzünün masum canlıları olan insanların işlerinin ne kadar zor olduğunu anlamamak için aptal olmak gerekir.

İnsanların yaşamlarını başka bir boyuttan ele aldığımızda da karşımıza şöyle bir durum çıkıyor. Özellikle eğitim alanında çok büyük zorluklar yaşandığı zaten açık seçik ortada. Malum çok çocuklu aileler, zaten az ve dar gelirli ailelerden oluşmakta. Eve hapsedildiğimiz bu günlerde eğitimin de uzaktan verilmesi olası bir durum. Bir yandan eğitimi kesintiye uğratmadan en az hasarla süreci yönetmeye çalışıyoruz, diğer yandan anayasal bir hak olan eğitim alma hakkını kullanmaya çalışıyoruz. Ancak gel gör ki, durum hiç mi hiç kolay değil. Üç dört çocuklu orta gelirli bir aileyi düşünelim. Uzaktan eğitim almak zorunda olan çocuklarının hangi birisiyle eğitim alacağına karar verecek. Bu çocuklar doğal olarak aynı zaman dilimiz içerisinde eğitim alacaklarından ne zaman yetiyor ne materyal yetiyor. Üç tane bilgisayar, tablet ya da telefon gerekli. Her birisi için aylık en az 20-30 GB internet gerekli. Hele çocuk biraz da küçükse yanlarına bir de ebeveyn gerekli.

Hadi gel de uzaktan eğitim al!

Hadi gel de zorlanma!

Hadi gel de psikolojin düzgün olsun!

Hadi gel de sağlıklı bir beyine ya da vücuda sahip ol!

Daha neler neler!…

Ya bir de kiralık işyerleri olan, günübirlik çalışan, küçük esnaf olan, garson, komi vb. işleri olanları düşündüğünüzde işimizin ne kadar daha zor olduğunu anlayabiliyoruz. Hadi diyelim bu süreci atlattık. Ya yarın herhangi başka bir sorunun karşımıza çıkmayacağının garantisi var mı? Acaba HAYAT EVE SIĞAR deyip yaşamımızı sürekli evden mi sürdüreceğiz? Yarın başka başka virüsler, sorunlar vb. durumlarla karşılaşamayacağımızın garantisi var mı? O halde DPT (Devlet Planlama Teşkilatı) ve yeni yeni kurulmuş olan önemsediğim çeşitli dallarda ki bilim kurulları yarınlarımıza dair öngörülerini ortaya koymalılar. Buna göre önlem ve eylem planlamalarını yapmalılar. İşte bilimin önemi burada bir kez daha karşımıza çıkıyor. Üniversiteler, bilim insanları, bilim kurulları, planlama teşkilatları, istihbarat örgütleri bunun için var olmalılar.

Özetle, bilim çağıyla birlikte, dijitalleşmede hız kazanmış olsak da vahşi canavarın kanımızı emmesine engel olabilmek için tedbirlerimizi almalıyız. Çünkü işimiz zor. Gerçekten çok zor bir yaşam dönemine, Dijitalizmin etkisine girmiş bulunuyoruz. Her ne kadar buna uyum sağlamaya çalışıyor olsak da bazen kabımıza sığamıyoruz. Kabımız bedenimize dar geliyor ve sonuç toplumsal patlamalar kaçınılmaz oluyor.

O halde son söz; önlem, önlem, önlem!

Akılla, bilimle önlem!

Çünkü gelecekte işimiz çok zor.

Yaşar GELER

 

Devamı
İŞİMİZ ZOR

İşimiz zor. Gerçekten çok zor bir yaşam dönemine giriyoruz. Hani derler ya “aşağı tükürsen sakal, yukarı tükürsen bıyık” aynen bu misal işte. Öyle zorlu bir süreçten geçiyoruz ki kimse ne yapacağını, nasıl bir pozisyon alacağını bilemiyor. Bugün aldığın önlem, yarın hiçbir işe yaramıyor. Ya da gelecek için yaptığın plan proje anında çöpe gidebiliyor.

İnsanlar şaşkın, ne yapacağını, neye ve kime inanacağını bile şaşırmış durumdalar. Birisi çıkıyor bir şey söylüyor, “hah işte bu doğru” diyorsun, sonra bakıyorsun bir başkası çıkıyor öncekinin söylemini çürütüyor, “olmadı, bak bu daha doğru söylüyor” diyorsun. Bilim insanları bile biri biriyle çatışıyor. Sonra ne oluyor? İnsanların kafası karışıyor. Kime, neye, niçin inanacağını şaşırıyor. Kararsızlık ortamının içerisinde debelenip duruyor. Hadi, şimdi şu kör kuyudan çık çıkabilirsen. Çıkmak kolay mı? Yanlışlar silsilesi her şeyden önce senin psikolojini bozdu. Anlaşılmaz bir ruh çıkmazı içerisinde çırpın dur!

  1. hele ortamdaki bilgi kirliliğine ne demeli. Yetkili yetkisiz herkes ama herkes bu süreçte ahkam kesiyor. Adam hem sağlıkçı hem eğitimci hem psikolog hem ekonomist hem bilmem ne her konuda fikir sahibi… Hal böyle olunca işimiz daha da zorlaşıyor. Acaba? Demekten alıkoyamıyorsunuz kendinizi.

Öncelerde teknoloji az gelişmiş olsa da insanlık çok gelişmişti. Değer yargılarımız farklıydı. Önemliydi ve çok da değerliydi. Şimdilerde ise, teknolojinin hızına yetişilmez gelişimi, dijital sistemlerin devreye girmesi, kapital ve emperyal güçlerin vahşice saldırıları karşısında işimiz gittikçe zorlaşıyor. Kapitalizm seni öyle esir almış ki, önce bir virüsle kasıp kavuruyor, sonra ilaç buldum, aşı buldum zinciriyle seni kendine bağlıyor. Minicik bir mikro organizma ile küresel boyutta bir korku imparatorluğu ve acımasızca can kayıpları, sonrasında ürettiği bir aşı ile elinde avucunda, cebinde var olan her kuruşu geri kendinde toplama girişimi. Hadi bunu geçelim, ya esir ettiği, eve kapattığı dünya ülkelerinde tüm kamu ve özel sektör genelinde kullandırılmak istenen teknolojik ürünler? Telefonlardan tutun, tabletler, bilgisayarlar, internet, sosyal ağlar… Bununla birlikte geliştirilen iletişim ve ulaşım sistemleri, petrollerin kullanımı, su savaşları, silah tüccarlarının hamleleri, dünyanın siyasal yapısını biçimlendirme çalışmaları, ekonomiyi istedikleri gibi dizayn etme hamleleri… Bunlara da bir bütün olarak baktığınızda yeryüzünün masum canlıları olan insanların işlerinin ne kadar zor olduğunu anlamamak için aptal olmak gerekir.

İnsanların yaşamlarını başka bir boyuttan ele aldığımızda da karşımıza şöyle bir durum çıkıyor. Özellikle eğitim alanında çok büyük zorluklar yaşandığı zaten açık seçik ortada. Malum çok çocuklu aileler, zaten az ve dar gelirli ailelerden oluşmakta. Eve hapsedildiğimiz bu günlerde eğitimin de uzaktan verilmesi olası bir durum. Bir yandan eğitimi kesintiye uğratmadan en az hasarla süreci yönetmeye çalışıyoruz, diğer yandan anayasal bir hak olan eğitim alma hakkını kullanmaya çalışıyoruz. Ancak gel gör ki, durum hiç mi hiç kolay değil. Üç dört çocuklu orta gelirli bir aileyi düşünelim. Uzaktan eğitim almak zorunda olan çocuklarının hangi birisiyle eğitim alacağına karar verecek. Bu çocuklar doğal olarak aynı zaman dilimiz içerisinde eğitim alacaklarından ne zaman yetiyor ne materyal yetiyor. Üç tane bilgisayar, tablet ya da telefon gerekli. Her birisi için aylık en az 20-30 GB internet gerekli. Hele çocuk biraz da küçükse yanlarına bir de ebeveyn gerekli.

Hadi gel de uzaktan eğitim al!

Hadi gel de zorlanma!

Hadi gel de psikolojin düzgün olsun!

Hadi gel de sağlıklı bir beyine ya da vücuda sahip ol!

Daha neler neler!…

Ya bir de kiralık işyerleri olan, günübirlik çalışan, küçük esnaf olan, garson, komi vb. işleri olanları düşündüğünüzde işimizin ne kadar daha zor olduğunu anlayabiliyoruz. Hadi diyelim bu süreci atlattık. Ya yarın herhangi başka bir sorunun karşımıza çıkmayacağının garantisi var mı? Acaba HAYAT EVE SIĞAR deyip yaşamımızı sürekli evden mi sürdüreceğiz? Yarın başka başka virüsler, sorunlar vb. durumlarla karşılaşamayacağımızın garantisi var mı? O halde DPT (Devlet Planlama Teşkilatı) ve yeni yeni kurulmuş olan önemsediğim çeşitli dallarda ki bilim kurulları yarınlarımıza dair öngörülerini ortaya koymalılar. Buna göre önlem ve eylem planlamalarını yapmalılar. İşte bilimin önemi burada bir kez daha karşımıza çıkıyor. Üniversiteler, bilim insanları, bilim kurulları, planlama teşkilatları, istihbarat örgütleri bunun için var olmalılar.

Özetle, bilim çağıyla birlikte, dijitalleşmede hız kazanmış olsak da vahşi canavarın kanımızı emmesine engel olabilmek için tedbirlerimizi almalıyız. Çünkü işimiz zor. Gerçekten çok zor bir yaşam dönemine, Dijitalizmin etkisine girmiş bulunuyoruz. Her ne kadar buna uyum sağlamaya çalışıyor olsak da bazen kabımıza sığamıyoruz. Kabımız bedenimize dar geliyor ve sonuç toplumsal patlamalar kaçınılmaz oluyor.

O halde son söz; önlem, önlem, önlem!

Akılla, bilimle önlem!

Çünkü gelecekte işimiz çok zor.

Yaşar GELER

 

Devamı
Doğu Ekspresi‘nin Son Durağı Ardahan olmalıdır.

MALTEPE ARDAHANLILAR DERNEĞİNDEN BASIN AÇIKLAMASI/ KAMUOYUNA DUYURULUR
01 Şubat 2021
Derneğimizin faaliyetleri arasında ilimize ait sorun, istek ve taleplerin yetkililere iletilmesi ve bilgi akışının kamuoyuyla paylaşılmasıdır.
Bu nedenle, yönetim kurulumuzun almış olduğu karar gereği; ülke kamuoyunca “DOĞU EKSPRESİ” olarak bilinen ve Ankara-Kars illeri arasında turizm ve nostalji amaçlı seferler yapan ve özellikle de kış turizmi açısından simge olan “Doğu Ekspresi’nin son durağının Ardahan olması gerekir.” İlkemiz ve talebimizi yetkililere iletmek ve kamuoyu oluşturmak amacıyla 04 Şubat 2021 Perşembe günü saat 13.00’te İstanbul/Maltepe Tren İstasyonu’nda Maltepe Ardahanlılar Derneği olarak bir basın açıklaması yapacağız.
Basın açıklaması için Maltepe Kaymakamlığı/Emniyet Müdürlüğü ile görüşülmüş ve gerekli izinler alınmıştır. Ayrıca basın açıklamamıza:     FOX TV, YILDIZ EN TV, UHA (Uni Haber Ajansı) Ardahan ve İstanbul yerel medya ve basın temsilcileri katılım sağlayarak haber yapacaklardır.
Ardahanlı hemşerilerimizi sınırlı bir şekilde Pandemi Koşullarına uymak kaydıyla yanımızda görmek ve destek vermelerini beklemekteyiz.
Tüm Ardahan ve Ülke kamuoyumuza saygıyla duyururuz.
Yaşar GELER
Başkan
Basın açıklamasının yapılacağı yer : Maltepe Tren İstasyonu
Basın açıklamasının yapılacağı gün: 04 Şubat 2021
Basın açıklamasının yapılacağı saat: 13.00

Devamı
KORONA HAPİSHANESİ

KORONA HAPİSHANESİ

Korona bir virüs, bir hastalık. Hapishane de suç işleyen insanların cezalarını çektikleri yer. Korona hapishanesi ise, çok daha büyük bir ceza evi. O kadar büyük ki içine milyarlarca insanı esir alacak, konuk edecek kadar büyük. Hatta öyle bir hapishane ki, bir yandan terbiye edecek, diğer yandan korkutarak ıslah edecek.

Bu öyle böyle bir hapishane değil. Bildiğiniz üzere, ülkelerin özelliklerine göre çeşitli hapishane tipleri vardır. Mesela ülkemizde, kapalı ceza evi, açık ceza evi, E tipi ceza evi, F tipi ceza evi, H tipi ceza evi vb… yani özelliklerine göre, ya da ceza türlerine göre oluşturulmuş ceza evi türleri oluşmuştur. Bunların neredeyse tamamı da suç işleyen insanlarla dolup taşmıştır. Hatta yer kalmadığı için bir kısım suçlular da tahliye bile edilmektedir.

Şimdi gelelim dünyanın en büyük ceza evine. Şu sıralar neredeyse milyarları bulan mahkumuyla rekor üstüne rekor kırmaktadır. Hatta öyle bir ceza evi ki, suçlu suçsuz hemen herkesi, yani ağına düşürdüğü ya da bir azıcık kural ihlali yapan herkesi yargısız infazla içeri attı. Yaşamını kısıtladı. Kendi koyduğu kurallar uyguladı. Koyduğu kurallara uymayanları verdiği talimatla hem maddi hem manevi hem de sağlık sorunuyla karşı karşıya bırakarak cezalandırdı. Sağlık sorunu olarak cezalandırılanlar bile kural ihlali yapamaz oldular. En ufak ihlalde yargılama bile yapmadan hayattan koparır oldu. Yani idam etti. Yaşamına son verdi.

Bu öyle böyle bir hapishane değil, dünyanın yarı açık hapishanesi. (Yani burada iki kavramı karıştırmamak için tekrarlamak gerekiyor. Hapishane, ceza eviyle eş anlamlı iki sözcük.) Bu yarı açık ceza evinde kimler yok ki, en alttaki vasıfsız insanlardan devletlerin en üst kademelerinde görevli herkes bulunuyor. İnsanların ağızları bantlı, buluşma noktaları kapalı, açık ceza evi olmasına rağmen açık görüş bile yapamıyorlar. Hatta ebeveynler bile biri birilerine yaklaşamıyor, doyasıya sarılıp koklaşamıyorlar. Yani kısacası yaşamları kısıtlı. Gerçi ceza evinin özelliği de bu değil mi? Yaşamın kısıtlı olması değil mi? Bu ceza evinin yöneticisi kim dersiniz? Tabi ki COVİD!) denen bela. Covid19 denen bir minnacık mikroorganizma. Hatta hem yönetici hem gardiyan hem hâkim hem savcı. Yani tek başına bir mikroorganizma her şey demek.

Bu ceza evinin iyi yönleri de yok değil. Hani herkesi tutukladı eve soktu ya. Bu dünya denen gezegende yaklaşık bir yıldır herkes tutuklu ya. Şimdi bu açık ceza evinde bu insanlar ne yaptılar dersiniz? Bu insanlar, bu ceza evinde nasıl yaşıyorlar dersiniz? Şimdi yavaş yavaş anlatayım isterseniz.

Burası aynı zamanda bir eğitim haneye dönmüştü. Bu açık ceza evinde insanların yetenekleri ortaya çıkmaya başladı. Yaşam için gerekli olan ne varsa hepsi üzerine özel atölyeler inşa edildi. Mutfak, el sanatları, kişisel bakım, sosyal iletişim, temizlik, üretim vb. yüzlerce alanda insanlar kendi işlerini kurdular. Hatta işten öte hobileri bile ortaya çıkmaya başladı. Bunları görmek ve yaşamak kimi insanları mutsuz etse de kimi insanların psikolojilerini bozsa da kimi insanların da mutlu olmasına, aile içi ilişkilerini yeniden gözden geçirmesine olanak sağladı.

Örneklemek gerekirse:

Mesela birçok insan fırıncı oldu, kendi ekmeğini üretti.

Birçok insan kebapçı oldu, kebabını üretti.

Birçok insan lokantacı oldu, ev yemekleri üretti.

Birçok insan temizlikçi oldu, ev temizliğini yaptı.

Birçok insan elektrikçi oldu, evindeki elektrik arızalarını giderdi.

Birçok insan su tesisatçısı oldu,

Birçok insan ressam oldu, resim çizmeye başladı.

Birçok insan zanaatkâr oldu, el sanatlarını geliştirdi.

Birçok insan yazar, şair oldu, hayatını yazmaya başladı.

Hatta sanatçı olanlar bile oldu.

Daha neler neler! Çaycı, kahveci olanlar, pastacı, börekçi olanlar.

Ha sağlıkçı olanları da unutmayalım. Kendi ilaçlarını üreten eczacılarda var.

Demek ki bu sınırsız ceza evinin ıslah edebilme, eğitebilme özelliğini de hesabın içerisine koymak gerek.

İşte bir söz vardır ya;

Sabret azizim!

Bu dünya koca bir handır.

Han sahibi Yaradandır.

İyisiyle kötüsüyle, zaten bir imtihandır.

Yalnız tek bilemediğimiz bir konu var ki o da bu imtihanın ne zaman biteceği. Suçlu suçsuz ayrımı olmadan bu insanlığın tutsaklığının ne zaman son bulacağı. Elimizde avucumuzda var olan yaşam kaynaklarımızın, yaşamamız için yeterli olup olamayacağı. Sağlığımızla ilgili endişelerin ne zaman sonlanacağı.

Artık tüm insanlığın tek bir dileği kaldı. Canımızı bağışla da her şeyimiz senin olsun.

Güzel günler görmek tüm insanlığın en doğal hakkıdır. Bir an önce bu uçsuz bucaksız ceza evinin duvarlarının yıkılmasını istiyoruz.

Yaşar GELER

Devamı
75. ŞEHİR ARDAHAN

75. ŞEHİR ARDAHAN

     Son zamanlarda en çok sıkıntı duyduğumuz konulardan birisidir Ardahan’ın ülke çapında tanınmamış olması. Ya da buna iyi tanıtılamamış olması da diyebiliriz. Oysaki büyük kentlerde yaşayan insanlarının en çok önemsedikleri bir konudur tanıtım. Evet, neredeyse Pandemi sürecine girmeden önce özellikle İstanbul’da hemen her yıl bir Ardahan tanıtım günleri yapılır, hatta hemen her dernek marifetiyle özel geceler düzenlenirdi. Pandemi sürecinin olumsuz etkilerinden kurtulabilmek için her ne kadar askıya alınmış olsa da umuyorum ki yakın bir süreçte yine bu tür tanıtım etkinlikleri başlayacaktır.

     Nedeni ise, daha bu hafta neredeyse ülkenin gündemi haline geldi Ardahan. Hatta öyle bir gündem ki, neredeyse tüm illerde eş zamanlı basın açıklamaları ve sosyal medya yayınları ile ARDAHAN’ ın ülkemizin 75. İli olduğu ve o ilin sarp sınır bekçiliği yaptığı haykırıldı. Çünkü 9 Ocak 2021 tarihli Milli Piyango çekiliş biletlerinde Ardahan’ın ilçesi olan Çıldır’ın ve adına Doğu Anadolu’nun ikinci büyük gölü olan Çıldır Gölü’nün sanki Kars İlinin bir parçasıymış gibi gösterilmesi Ardahanlıları ayağa kaldırdı. Yılların büyük kurumu olan Milli Piyango’nun bu hatayı nasıl yaptığı idi!

     Her neyse sonuçta ortaya çıkan durum bize şunu göstermiş oldu ki, Ardahan ülke genelinde bilinmeyen bir il. Ne devlet kurumları ne özel kuruluşlar ne STK’lar ne de dernekler marifetiyle kendimizi ülke genelinde tanıtamamışız. O zaman bize düşen görev şapkamızı önümüze koyup mantıklı ve aklıselim düşünerek neler yapabileceğimizin planlanmasıydı.

Hani Ahmet Kutsi Tecer’in “Orda Bir Köy Var Uzakta” diye bir şiiri var ya; bir an o şiir geldi aklıma ve şöyle uyarladım:

“Orda bir il var, uzakta,

O il bizim ilimizdir.

Sık sık gitmesek te, görmesek te,

O il bizim ilimizdir.”

     Yani bir yere sık sık gidip-gelmek, gezip-görmek gerekmiyor. Bir aidiyet duygusu varsa onu ta iliklerinize kadar hissedersiniz. Çünkü o topraklarda doğmuşsunuz, büyümüşsünüz, gezmişsiniz, okumuşsunuz, ekmeğini yemişsiniz. Yani siz nerelerde olursanız olun, oralarda olup biten her şey sizi ilgilendiriyor. Ben uzaktayım deyip geçmek gibi bir lüksünüz yok!

     Her neyse şimdi gelelim, “biz bu Serhat ilimizi, Ardahan’ımızı” ülke genelinde nasıl tanıtacağız?

Örneğin, dernekçilikte benim bir yöntemim vardı. Özel Ardahan Gecesi yaptığımız zamanlarda yönetici arkadaşlarıma derdim ki, “Arkadaşlar, yöremizin insanları zaten bizi biliyor ve kültürümüzü bir şekilde yaşıyor ve yaşatıyor. Davetli listelerimize Ardahanlı olmayan, başka illerin insanlarını davet edelim. Yani yabancıları davet edelim ki onlara ilimizi, geleneklerimizi, göreneklerimizi ve kültürümüzü tanıtalım. Yoksa bizim insanımıza kültürümüzü tanıtma gibi bir derdimiz olmamalı.” Çoğunlukla da konuklarımız başka illerin insanları olurdu. Ancak görüyoruz ki bu yöntem bile tam olarak işe yaramamış. O halde tüm STK’lar, Dernekler, Kamu kurum ve kuruluşlarıyla ortak bir çalıştay yapılarak bölgemizin ve ilimizin tanıtılmasına çalışmalıyız.

     Şimdi ben kendimce var olan genel bilgilerim ve ilimizin kamu kuruluşlarının sitelerinden almış olduğum bilgileri paylaşarak Ardahan’ı tanıtmaya çalışayım. Umarım ki benim dışımda da yazan-çizen arkadaşlarım benzer yöntemlerle ilimizin tanıtımını yapmaya çalışırlar.

Ardahan ili,

-1573 yılında Osmanlıya katılarak Ardahan Sancağı olmuştur.

-1694 yılında Çıldır Eyaletine bağlanmıştır.

-1828’de Ruslar tarafında işgal edilmiş ve 1829’da Edirne Antlaşmasıyla Ruslara verilmiştir.

-1877-1878 Osmanlı-Rus Savaşları sırasında bölge çok eziyet ve soy kırımlar görmüş yaklaşık 45 yıl Rus işgali altında kalmıştır.

-23 Şubat 1921’de işgal kuvvetleri Ermeni ve Gürcü birliklerinin çekilmesiyle, Ardahan’a Türk Bayrağı çekilmiştir.

-Yıllarca il, ilçe arasında git geller yaşayan Ardahan 27 Mayıs 1992 yılında Türkiye Cumhuriyeti’nin 75. İli olmuştur.

-Ardahan’ın Çıldır, Damal, Göle, Hanak, Posof olmak üzere beş ilçesi ve 237 köyü vardır.

-İki milletvekili çıkarmaktadır.

-Posof Türkgözü Sınır Kapısı ve Çıldır Aktaş Sınır Kapısı olmak üzere iki sınır kapısı vardır. Her ne kadar henüz güçlü ticari hacmi olmasa da ilerisi için önemli sayılacak adımlardandır.

-İl geneli mevcut nüfusu yaklaşık doksan bin civarında olmasına karşın üç yüz bin civarında bir nüfusu da göç etmiş durumdadır.

-Özellikle yaylacılık, kısmen tarım ve hayvancılık yapılmaktadır. Sanayi anlamında yok denecek kadar azdır. Doğal ve bakir alanlarının olmasına rağmen özellikle de kış koşullarının ağır geçmesinden dolayı istenilen tarımsal ve hayvansal verimlilik sağlanamamaktadır.

-Az miktarda ormanları vardır. Meyvecilik-bağcılık bir kısım yerde yapılmaktadır.

-İlimizin simgesi özellikle kaz yetiştiriciliği, arıcılık ve kaşar peyniri üretimidir. Hatta Çıldır ve Aktaş Göllerine özel Pullu Sazan Balığı namı diğer SARIBALIK önemli gelirlerindendir.

-Bölge halkının okumuşluk oranı %90 civarındadır. 2008 yılından buyana kurulu bir ARDAHAN ÜNİVERSİTESİ vardır.

-Ülkemize Kafkaslardan gelen doğal gaz Ardahan ili Posof İlçesi sınırlarından girmekte ve Avrupa’ya kadar ulaşmaktadır.

-Ardahan ilinden doğup hazar Denizi’ne ulaşan önemli KURA NEHRİ ilimize can suyu vermektedir. Bu Kura Nehri üzerinde Sevimli Barajı, Köroğlu Barajı, Kotanlı HES, Kayabeyi Barajı ve Akıncı HES gibi önemli yatırımlar bulunmaktadır.

-Avrupa’yı Asya’ya bağlayan Kars-Tiflis-Bakü tren hattı İlimizden geçmektedir.

-Çıldır Gölü üzerinde bulunan Çıldır Barajı özellikle Doğu Anadolu bölgesinin elektrik ihtiyacının önemli bir bölümünü karşılamaktadır.

-İlimizin son yıllarda en önemli sayılan gelir ve aktivite kaynağı ise, turizm olmaktadır. Özellikle “Doğu Expresi’nin” son durağının Kars olması ve gelen yerli ve yabancı turistlerin özellikle Çıldır Gölü’nü ziyaret etmeleri ilimizin tanınması ve kalkınmasına önemli katkılar sağlamaktadır.

-Çıldır Gölü üzerinde yaz aylarında Göl Festivali, Kış aylarında yine buz tutmuş göl üzerinde Uluslararası Kristal Göl Festivali yapılmaktadır. Ayrıca buzlar kırılarak Eskimo usulü balık avlama etkinliği ve atlı kızaklarla göl üzerinde gezintiler yapılmaktadır.

-Yaz aylarında Ardahan Ormanlarında ve Hanak ilçesinde Bal Festivali, Göle ilçesinde Kaşar Festivali, Posof ilçesinde Posof Şenlikleri ve en önemlisi de Damal ilçesinde bulunan Karacadağ sırtlarına düşen Atatürk’ün siluetinin yapıldığı Damal Atatürk’ün İzinde ve Gölgesinde Festivali önemli turizm etkinliklerindendir.

-Ayrıca Yalnızçam Kayak Tesislerinde doğal kayak pistlerinde kayak yapma imkânı sunulmaktadır.

-Çıldır Şeytan Kalesi, Ardahan Kalesi, Hanak Sevimli Kalesi, Göle Kalecik Kalesi, Kura Nehri kıyıları ve özellikle meyve bahçelerinin bulunduğu Kurt kale bölgesi gezilip görülmeye değer yerlerdir.

Yaşar Geler

Uz.Eğitimci-Yazar

Devamı